2.01.2019

Şüphe ve Masumiyet


İlk kez yazan biri ne anlatabilir? Şüphesiz ki ya bir tema belirlemiş, belirmeye çalışmıştır ya da kendisinden önceki anlatıları taklit edecektir, alenî ya da sinsi bir şekilde. Peki ya daha, yıllar sonra bilmem kaçıncı defa yazmaya başlayan biri ne anlatır? O da o noktadaki diğer yazarların devamı, bir başka versiyonu niteliğinde olacaktır. Sonuçta bütün yazın, dört temel öyküden meydana gelmiyor mu? Ah Borges… 

Aklım başka yerdeyken yazmamın olanaksızlığını fark ettim önce. Sonra da başka hiçbir şeyi düşünmeden, beni bekleyen kişi ve olayları arka plana atarak kendimi yazıya kaptırınca ne kadar akıcı olduğumu. Şunu söylememe izin verin: yazmayı, yazarlık ile yüzleşmeyi o kadar uzun müddettir erteliyorum –ve belki de ertelemeye bir süre daha devam edeceğim- ki bu kadar ‘’sonra’’ denilen bir şeyi oturup da nihayet vücuda getireceğim zaman, ortaya bir yazı makinası çıkacak. Bu benim kanaatim. 

Yazmaya zorlanmak denen şeyi duydunuz mu? Sipariş üzerine ya da işim icabı yazdığım yazılarda neredeyse hiç zorlanmam da şahsî olarak ekran karşısına geçip yazmaya yeltendiğimde ortaya bir fakirlik çıkıyor. ‘’Ne yazacağım’’ kaygısı da değil üstelik bu. Yazacağım şeyi bildiğim zamanlarda dahi hemen bir duvarla karşılaşıyorum. Kendi kendime engeller ediniyorum, bu benim yeni bir huyum da değil üstelik. Ve bundan şüphesiz ki vazgeçmem lazım. Ancak bir dakika verin ki size gerçeği anlatayım: kendinden son sürat emin olma halini, rahat yaşamak adına işimize gelmeyen gerçeklere sırt dönmeyi öylesine derin gözlemledim ki insanlarda. Buna, kendimi kandırmamaya yönelik bir tedbir olarak doğdu bu durum. Yani kendimi eleştiriyor, istemsizce olayın farklı yönlerini ve karşı tarafların da durumunu dikkate alıyorum. Ama bunun oranını ayarlayamadığınız, dengeye gelemediğiniz noktalarda yere düşebiliyorsunuz. Bu kendimi kandırmamaya yönelik aşırı tedbir, bir süre sonra boyut değiştirdi ve yersiz olarak da kendimi hırpalamama, sorgu ışıklarını zihnime çevirmeme neden oldu. Bu ki detayların içinde boğulabilen ve bu nedenle hareket edemeyen, etse dahi kafasını kendi kendine aptalca çorba etmiş bir adamın halidir. 

Gerçeğe çok yakınım, demek istemem. Söylemeye çalıştığım; hakikatle arama mesafe koyacak yalan eminliklerden uzak durmak için kurduğum sorgu odası, beni yerli yersiz olarak da sorgulamaya başladı. Adeta Victor Frankenstein'ın yarattığı ve sonrasında ortaya çıkan felaketlerin önünü alamadığı canavarı gibi, ben de kendi canavarımı yarattım kafamın içinde. Adım atmama, hareket etmeme, yazı yazmama engel olabilen bu varlığı onunla geçirdiğim tüm eski günleri yad ederek bir gün söküp atmam gerekiyor içimden ve mademki bu varlık benim yazı yazmama engel teşkil ediyor, onu yazı yazarak, kurmacamı yaratarak, kafamdakini söze dökerek pekala ortadan kaldırabilirim. Şu anda yaptığım, yapmış olduğumu hissettiğim şey de bu. Bir yandan bastırmaya başlayan ve beni de tembelliğin içine almaya pek hevesli uykuma rağmen hala burada bu satırları yazıyor olmam da imha etme teşebbüslerimin bir parçası muhtemelen. Çoğu yazardan duyabileceğiniz şeyi yaşıyorum şu an ben de: ilk birkaç cümleyi yazdıktan sonra devamının anlamadığım bir şekilde bu kadar hızlı nasıl gelebildiğini bilmiyorum ama geliyor. Kafamızın içinde karman çorman bir şekilde muhafaza ettiğimiz düşüncelerin, adeta alkollenip ortaya fütursuz ve hesapsız bir şekilde çıkmasına benzemiyor mu? Yoksa Baudelaire tam da bunu mu kast ediyordu?

24.11.2018

Orhan Pamuk ve Yeni Hayat Romanı Üzerine Bir İnceleme Girişimi



Edebiyatımızda, özellikle 20. yüzyılın ortaya çıkardığı eserler arasında ‘’köy romanı’’ oldukça yaygın bir alana sahiptir. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt ve Kemal Tahir’in hemen akla gelebildiği köy romanı, yazarlarının da köyde doğup büyüdüğü ve daha sonra ise çoğu kez İstanbul’a geldiği bir tür. Bu kurmacaların içeriğine bakarsak; sıklıkla toprak ağası ile köylüyü, yani ezen ile ezileni görebilmek mümkün. Bu bakımdan köy romanlarımız genellikle bir meseleyi, aksaklığı, toplumsal hadiseleri ele alır. Bu türün yazarlarının birçoğu eğitimlerinin yanı sıra yaşayarak öğrenirler. Yani hayatın bizzat içinden gelip yetişerek romancı olurlar. 

Buna karşın Türk edebiyatında şehrin, şehirlinin yaşantılarını aktaran romanlar daha yeni ürünlerdir. Onların, alanına en yetkin ürünlerini veren isimlerden biri ise Orhan Pamuk. Yazar da saydığımız diğer romancıların hayatın içinden, tecrübe ede ede geldiklerini ifade eder. Beri yandan bu duruma karşı kendini ‘’kitabî yazar’’ olarak nitelendirir. Bu ne anlama geliyor? Orhan Pamuk’un bir romanı yazmak için yıllarını verdiği ve romanını oluşturan unsurları (zaman, mekân, insan) bizzat gidip gözlemleyerek eserini yazdığı anlamına geliyor. Meşhur ‘’Kar’’ romanından örneklemek gerekirse; olaylarının bir bölümünün Kars’ta geçmesi nedeniyle Pamuk Kars’a gider ve bir süre orada kalır. Yazar hemen tüm romanlarını da çok uzun yıllar araştırma yaparak, gezip görerek yazar. Bu durum onu ''kitabî yazar'' kılar.

Erken Yıllar


Kısa ve okuyucuyu ezbere götürmeyen bir özgeçmiş sunmaktan yanayım. 7 Haziran 1952’de doğan Pamuk Nişantaşılıdır. Ömrünün de ilk elli senesini burada yer alan Pamuk Apartmanlarının evinde geçirir. Büyüdüğü muhit insan ve kültürler bakımından zengindir. Hiç şüphesiz bu karışımdan çok şey alır. Yazarlıktan önce kendine meslekî kariyer olarak ressamlığı beller. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 3 yıl mimarlık okuyup yarım bırakır. Ardından 1977’de İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümünde öğrenim görür. Anne Girit Valiliği yapan İbrahim Paşa’nın torunudur. Baba, dede ve amcaysa mühendistir. Pamuk yirmili yaşlarının başında bir yazar ve romancı olmayı kafasına koyduğu andan itibaren durmaksızın yazar.

İlk Roman: Karanlık ve Işık


Orhan Pamuk’un ödüllerle arasının iyi olduğunu hepimiz az çok biliriz. Bu özelliğini en baştan belli de eder. Sözgelimi 1974 çıkışlı ilk romanı Karanlık ve Işık, Mehmet Eroğlu’nun eseri ile beraber Milliyet Roman Yarışması Birinciliğini paylaşır. Aslında biz bu romanı başka bir adla daha iyi biliriz: Cevdet Bey ve Oğulları. Ancak 1982’de ‘’Cevdet Bey ve Oğulları’’ adıyla yayımlanabilen roman Orhan Kemal Roman Ödülüne layık görülür. Romanda kendi yaşantısından izleri yakinen görebiliyorsunuz: Pamuk burada Nişantaşılı bir ailenin yetmiş yıllık yaşam öyküsünü anlatır. Yazarın en övülen yanlarından birini henüz daha bu romanında da görebiliyoruz: Doğu ile Batı dünyasının izlerini bir arada ve İstanbul’u kendisine sahne yaparak aktarmak. Eserdeki kahramanlardan Cevdet Bey, şehrin ilk Müslüman tüccarlarından biri olarak hem zenginleşmek ister hem modern, Batılı bir aile kurmayı.

Orhan Pamuk’un Romanlarında Mekân


Mekân unsuru şüphesiz ki bir romanda bize bir ruhu anlatmak, kurmacaya hizmet etmek açısından oldukça önemlidir. Yakup Kadri Karaosman’ın ‘’Kiralık Konak’’ında yer alan ‘’konak’’ bir ailenin paylaştığı bir hane olmasının çok ötesindedir. Öyle ki bu konak artık eskimeye yüz tutan Osmanlı kültür ve dünyasının bir parçasıdır. Mekânın bu işlevini Pamuk’ta da çok iyi bir biçimde görürüz. O, yetiştiği çevreyi, muhiti, İstanbul’u (semt, mahalle, ev, otel, sokak, eğitim kurumları, sinema, çarşı, pazar, lokantalar, cami, kahvehane) çoğu romanında alabildiğine işler. Mekânların birbirlerine yakın bölgeler oldukları da görülür, ancak her seferinde farklı insan hayatlarına büyüteç ile bakmayı başarır. İslam, laiklik, Doğu – Batı, ego gibi kavramlar İstanbul sahnesinin altında okuyucuya aktarılır.

Yeni Hayat


Yazarın yetiştiği burjuva çevrelerin görüldüğü romanlarından biridir. Mekânımız İstanbul, hatta modern İstanbul’dur. 1994 çıkışlı Yeni Hayat bir arayışın, bu arayış uğruna çıkılan yolların romanıdır. Eseri meşhur eden özelliklerinden biri de şüphesiz ki ilk cümlesidir: ‘’Bir gün bir roman okudum ve bütün hayatım değişti.’’ Gerek başlangıç cümlesi, gerekse diğer teknik detaylar (onlara gireceğiz) eserin postmodern romanın izlerini taşıdığını gösterir.

Romanda başlıca şunları görürüz: İstanbul’un arka semtlerinden birinde yaşayan, 22 yaşında bir mühendislik öğrencisi olan Osman okuduğu bir kitabın etkisiyle ve çağrısıyla arayışa çıkar. Kitabı okumayaysa âşık olduğu ve Nişantaşı’nda oturan Canan vesile olur. Kitabın sayfalarını açtığı anda yüzüne adeta bir ışığın çarptığı hisseden Osman, kitabı bitirir bitirmez Canan’a olanlardan bahseder. Canan ise Osman’ı, kitabı daha önce bitirmiş ve tıpkı onun gibi bir arayışa çıkmış ama o arayışın sonucunda ancak ölümün olduğuna inanmış Mehmet ile tanıştırır. Kısa süre sonra vurularak ölen Mehmet’in ardından Canan da ortadan yok olur. Arayışı ile baş başa kalan Osman’sa yeni hayatını, hatta aslında Canan’ı aramaya koyulur. Seyahatlerinin birinde Canan’a rastlamasıyla arayışı birlikte sürdürürler ve önü alınamaz serüvenler başlar.

Kitap mekân olarak İstanbul’la başlasa dahi Osman ve Canan’ın Anadolu seyahatleri ile şehir dışlarına gidilir. Öyle ki, Anadolu kitabın vaat ettiği yeni hayatın adresidir. Zira bu yeni hayat Osman için İstanbul’da yoktur. Anadolu seyahatlerinde romanın bize gösterdiği bir diğer husussa Doğu – Batı gerilimleridir. Osman’ın yaptığı bu yolculuklar sırasında taşra bölgelerini tasvir ettiğini görürüz. Modernite, kapitalist ekonomi sistemi, Batılılaşma durumları Türkiye’nin taşrasında ne durumda onlara bakarız. Pamuk bu yaklaşımı eleştiri ya da övgüden uzak, tanı ve teşhis koyan birinin soğukkanlılığıyla gözler önüne serer.

Romanda Postmodern Yönelimler

Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk'un aynı adlı eserinden yola çıkarak oluşturduğu müzedir. İstanbul'da 19. yüzyıldan kalma bir ev yazar tarafından müzeye dönüştürüldü. Müze, bir romanın kurmaca evreninden yola çıkılarak oluşturulan ilk müzedir. 17 Mayıs 2014'te Avrupa Yılın Müzesi Ödülü'nü aldı. (Beyoğlu/ İstanbul)

Şu dilimize dolanıp duran ‘’postmodern’’ ne ola ki? Kafe edebiyatçılarının zırvalarından kaçarak konuşmak gerekir.

Sosyolojik bağlamda postmodernizm, modernitenin eleştirisi amacıyla yirminci yüzyılın ikinci yarısında bir söylem alanı niteliğinde oluştu (1). Buna göre, insan merkezli bir dünyayı kuma, insanı en değerli varlık olarak bilip onun refahını ve mutluluğunu sağlama amacındaki modernite, Rönesanstan başlayıp yirminci yüzyılın ortalarına kadar gelen süreçte pek çok olumlu verimler üretmeyi başarmıştı. Bununla birlikte, söz konusu ideallerini yaşama geçirmede evrensel ölçekli bir başarıyı da sağlayamamıştı.*

Postmodernizm, öncelikle modernizmin rasyonalist temelini, “akılcılığına ve Aydınlanma felsefesine dayanan bilgi ya da bilgilenme sistemi"(2)ne ve bu sistem içinde ortaya çıkan kurum, idoloji ve her türlü avangart oluşumu eleştirme, olumsuzlama etkinliğidir. Modernizmin dayanak noktası, tarihin bu akılcılığa bağlı olarak sürekli ileri doğru akışı, dolayısıyla geçmişten koparak ilerleyişi şeklinde açıklanabilir. Bu da mutlak ve tekçi bir ‘doğru’ anlayışı üzerinde gerçekleşmektedir. Postmodernizm rasyonaliteye bağlı olarak modernizmin söz konusu kopuşuna ve doğruyu elde edişteki tekçi tavrına da karşı çıkmıştır. Ona göre ‘doğru’, zaman ve yerle sınırlıdır.**

Kabaca bu alıntıları yapabildikten sonra, postmodern roman unsurlarının neleri içerdiğini ve ‘’Yeni Hayat’’taki izlerini aktararak sonlara ulaşabiliriz. Bu tarzın çekirdeğinde şu dört temel özellik yer alır: Üstkurmaca, metinlerarasılık, polisiye/gerilim ve tarihe yöneliş.

Bir postmodernist roman içeriğin kurmaca olduğunu net bir şekilde ifade eder. Yeni Hayat romanında Osman’ın yolculukları, seyahatleri esnasında fiziksel olarak dönüşüm yaşadığı kişiler buna bir örnektir. Ayrıca postmodernist romanlarda yaratılan kurmaca dünya baştan sona bir gerçekliktir. Yani realite ile kurmaca arasındaki ilişkiyi postmodernist romanlarda kurmacanın da bir tür realite olması şekliyle görürüz.

Metinlerarasılık özelliğini ise Pamuk’un diğer romanlarıyla Yeni Hayat arasındaki bağlantısı şeklinde görebiliriz.

Polisiye/ gerilim kavramlarının romandaki örneklerine bakarsak; Mehmet’in öldürülmesi, Canan’ın ortadan kaybolması, Osman’ın tutkulu arayış ve seyahatlerini gösterebiliriz.

Romandan Alıntılar


Kendimiz olamayacağımızı anlamak, evet bir kederdir; ama bu olgunluk bizi felaketlerden de korur.

Benim hayatın kendisi sanarak mutlulukla karşıladığım, aşkla sevdiğim rastlantı bir başkasının kurgusuymuş yalnızca.

Yalnızlıktan korkuyordum. Benim gibi bir budalanın büyük bir ihtimalle yapacağı gibi, kitabı yanlış anlamış olmaktan, yüzeysel olmaktan, ya da olamamaktan, yani herkes gibi olamamaktan, aşktan boğulmaktan ve her şeyin sırrını bilip bu sırrı öğrenmeyi hiç mi hiç istemeyenlere bir ömür boyu anlatıp gülünç olmaktan, hapse girmekten, kafadan çatlak gözükmekten, en sonunda dünyanın benim sandığımdan da zalim olduğunu anlamaktan ve güzel kızlara kendimi sevdirememekten korkuyordum.

Kısaca: Kendimi başkalarından ayırmak, herkesinkinden daha başka bir amacı olan özel biri olarak görmek istemiştim. Bu da buralarda affedilecek bir suç değildir.

Fuzuli'nin: "Canan yok ise can gerekmez" mısrasını tersinden otuz dokuz kişiye söyledim. Evlerine tam yirmi sekiz değişik ses ve kimlikte telefon edip onu sordum ve duvar ilanlarında, afişlerde, yanıp sönen neon lambalarında, dönerci, piyangocu ve eczane vitrinlerinde görüp hayalimle oralardan söküp çıkardığım harflerle her gün otuz dokuz kere Canan demeden eve dönmedim, ama Canan gelmedi.
__________________________________________________________
* http://hakansazyek.com/files/Turk_Romaninda_Postmodernist_Yontemler_ve_Yonelimler.pdf
** http://hakansazyek.com/files/Turk_Romaninda_Postmodernist_Yontemler_ve_Yonelimler.pdf

22.11.2018


Dolmuş biri, en yakın çevresinin her türlü hareketinden kendine olumsuz bir pay çıkarır. Çok soru sorduklarını, her şeye yorum yaptıklarını, şu anda yaşadığı mutsuzluğun sebebinin onların bu garip davranışları olduğunu ifade eder: içine ya da dışına…

Dolmuş biri artık en yakınındakilere tahammül edemeyen biridir. Dışarıya karşı nazik, güleç ve sempatik davranmayı nasıl çok iyi biliyorsa içeridekilere karşı da o kadar karamsar ve adeta yer yer acımasız olur. Bu kısıtlı, adımını atsa bir duvara çarpacağı kadar kısıtlı bölgede kendine minimal bir yaşam biçimi oluşturmayı yeğler ve sık sık yarın gideceğini düşündüğü uzakları tahayyül eder. Bir başka ev, bir başka şehir, bir başka fikir…

Dolmuş birinin anlatacağı o kadar da çok şey yoktur. Daha doğrusu; hayatla kendisi arasında bir uyum yakalayabilmenin mızmızlanmalardan geçmediğini kavrarsa kısmî sükunetler yaşar. Bu sessizliğini ama, yalnızlığın karanlık boyutlarına inmeye başladığında kesmeli ve çevresine aktarmalıdır. Bunun dışında; her seferinde bir reçete bulabileceğini ümit ederek bir şeyleri dile getirse de hayal kırıklığına uğrar.

Dolmuş biri şayet kainattaki görevini fark eder, seçer ve bunun üzerine yoğunlaşırsa ortaya zaten lüzumsuz şikayetler yerine ölçülü girişimler çıkar. Böylesi birinin mutlu olduğunu artık söyleyebiliriz. Aşkla yapabileceği işini buldu mu, mutsuz da olsa mutludur. Zira yolun, kendi yolunun içerisine girdiğini yakinen hisseder. Buysa mutsuzluk anlarında dahi mutluluk çerçevesiyle örülü bir düzenektir.



Kaçtım yazmaktan, yazarlıktan. Elim, ayağım birbirine dolanıyor yazmayı düşününce bile. Niye? En kusursuz öyküyü yazana kadar susma kararı mı aldım? En kusursuz öykü nedir öyleyse? Hayır hayır, sadece; o ilk cümleyi, sayfayı doldurma kararını alamıyorum. Çünkü biliyorum ki diğer sayfalar çorap söküğü gibi hızlıca çıkacak ortaya. En duygu yüklü ânımda zihnime düşen kelimeleri derleyip bir kağıda dökmekten, kaçtım uzun süre. Sanki dile getirirsem olacak olanlardan korktum. Zihnimde dolaşan o karmaşık kelimelerin somut dünyaya aktarımı kadar zor şey yok! Merhaba yazarlık, merhaba!

Dolmuş birinin yapmaktan imtina etmesi gereken ilk şey, bana kalırsa suçlamaktır. Çünkü içinde biriken öfke, kaygı ve hayal kırıklarına sebep olan kişileri bulmaya çok hazırdır. Bu da aceleci kararlar aldırarak yalnızca bir köpek havlaması çıkartır ortaya. Bunun yerine toplumsal değil ama kişisel hayatında bir tevekkülle yola çıkarsa, sanıyorum ki her şey daha güzel olur. İstemediği düzenin, anlayışın, yaşantıların bir an önce değişmesini isteyen insan hiçbir şey yapamaz ve hatta sonucunda ancak delirir.

Dolmuş kişi, soğukkanlı olmayı ve vakur durmayı öğrenirse o girdabı dalgalara, dalgaları da üzerinde sörf yapılacak özelliklere sahip dalgalara çevirebilir.

Yeni bir kurgu var aklımda, ona çalışıyorum. Hayır henüz çalışmıyorum, yalnızca etrafıma çalıştığımı söylüyorum. İşin aslı şu ki; ben aklımdaki bu kurgu için ciddi bir biçimde, iş yapar gibi hala daha geçmedim yazı makinamın karşısına. Yalnızca aklımdakinin iyi bir kurgu olduğunu ve iyi işleyebildiğim takdirde ortaya güzel bir başlangıç eseri çıkacağını biliyorum. Merhaba yazarlık, merhaba yazarcık!

12.07.2018

Erasmus/ Deliliğe Övgü

Bir Rönesans Bilgesinin Kitabı: Deliliğe Övgü


Deliliğe Övgü, hümanizm savunucusu ve Rönesans’ın en önemli isimleri arasında hacimli bir yer tutan Erasmus’un eseridir. Üniversitesi öğrencilerinin yurtdışına giderek eğitim almalarını sağlayan Erasmus Programı da adını kendisinden alır. 1509 yılında yazılmaya başlanan kitap, ilk defa 1511 yılında yayımlanır. Bir önceki eser incelememizde de kitabın içeriği gereği Avrupa’ya ve Rönesans’a kısmen odaklanmıştık. Fakat burada biraz daha üzerinde durmamız gerekiyor bu konuların. Çünkü bu defa yazar Rönesans döneminde Avrupa’da yaşamış bir yazar olarak karşımıza çıkıyor. O halde hümanizm nedir, bu kitabın hümanizm ve Avrupa’daki yeri nedir, gibi düşünceler ortaya çıkabilir. Bunları öğrenmek adına Batı’ya kısaca bir göz atalım.

Rönesans, Hümanizm, Erasmus


Her şeyden önce belirtmeliyim ki Batı’nın Rönesans’ı, Antik Yunan uygarlığını tekrar canlandırmaya, diriltmeye çalışır. Bu dönemde yapılan çoğu yenilikte Klasik Yunan’ın etkilerini görürsünüz. Estetikten sanata, politikadan eğitime, bilimden tekniğe kadar Yunan antiği canlandırılmaya çalışılır. Bahsedilen Antik Yunan dönemi keşiflerin, aklın, bilimin, hukukun dönemidir. Avrupa da Ortaçağ’dan yeni çıkmasıyla beraber gözünü bu kavramlarla kuşatılan Antik Yunan’a çevirir. Rönesans genel olarak XV. ve XVI. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkan bilimsel, sanatsal, düşünsel yeniliklere verilen bir addır. Bu devir matbaanın, taşınabilir saatin doğduğu, coğrafi keşifler sayesinde yeryüzünün sınırlarının genişlediği bir dönemdir. Rönesans insanı da yeni bir devre girildiğinin farkındadır. Ortaçağ dönemi ise sona ermektedir. Hümanizm de bu yeni devrin en önemli kavramlarının başında gelir.
Hümanizm kavramı XVIII. ve XIX. yüzyıllarda ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu kavram daha çok Rönesans için kullanılacaktır. Hümanizm o dönemde ne anlama geliyordu? 1490-1540 yılları arasında Avrupa’da yayılan edebî ve entelektüel hareketi ifade ediyordu. (Avrupa Düşüncesinin Serüveni/ DoğuBatı Yayınları)

Rönesanslı Hümanist: Erasmus



Erasmus, her şeyden önce bir eğitimcidir ve sahip olduğu felsefeyi kaynak alarak eğitime dair de önemli fikirleri olan bir yazardır. Ona göre ölçü, insanın kendisidir. İnancın iyi yanlarını ortaya çıkarmak, iyiliği ve güzelliği yücelterek insanları onlara yönlendirmek gerekir. Bu, hayata ve hatta yaradılışa dair iyimser bir bakış açısıdır. Yapabileniniz varsa ne mutlu J

Erasmus kimdir, necidir?

1465 – 1536 yılları arasında yaşamış eğitimci, yazar, rahip ve hümanizmin temsilcisidir. Hollanda’da doğar, XV. yüzyılın sonunda İngiltere’ye giderek Thomas More gibi önemli aydınlarla tanışır, daha sonra Thomas More ile yakın ahbap olurlar. Yukarıda Antik Yunan’ın öneminden kısaca bahsetmiştim. Erasmus da bir rahip olarak, papalık mertebesinin insanlara uyguladığı tahakküme karşı çıkar ve olması gerektiğine inandığı Hristiyanlığı antik çağın anlayışında arar.  Bu anlayış ona göre saf ve durudur. Bilim ve sanatın gelişmesi, yaygınlaşması ile Avrupa’da böyle bir kültürün ortaya çıkması Erasmus için hümanizmin getirdiği gereklilikler arasındadır.  Mücadelesi de bu yönde olur. Paris, İtalya, Basel gibi Avrupa’nın pek çok yerini gezerek edebiyat, papalık gibi konumlarda yer alır. Yeni Ahit’i inceleyerek 1516’da yayımlar, derlemesinde ise öncelikle Yunanca metni kullanır. Derlemenin önsöze benzer kısmında ise kutsal metinleri herkesin incelemesi ve her dile tercüme etmek gerektiğini ifade eder. Erasmus, Reform’un zaferi ile beraber Martin Luther’le fikirsel çatışmalara girer, 1529’da ise Basel’den ayrılmak durumunda kalır. 1536’da ise yine Basel’de hayata veda eder.

Deliliğe Övgü


Bu kısa kısa bilgilerle beraber artık kitabın yeri ve önemine geçebiliriz. Eser 1509’da kaleme alınmaya başlar ve 1511’de yayımlanır. İleri yıllardaysa pek çok dile tercüme edilir ve basılır. Buna dair Thomas More’a yazılan önsöz niteliğindeki yazıda kitabın hikâyesi de yer alır:

İtalya’dan İngiltere’ye giderken, at sırtında geçirdiğim zamanı aptalca ve cahilce masallarla harcamamak için, birlikte yaptığımız çalışmalara dönmeyi, dostlarımla eğlendiğim zamanları yeniden hatırlamaya seçiyordum. Sen More, ilk aklıma gelenler arasındaydın, yanınızda olmadığım halde varlığınız bana keyif veriyordu. Fark ediyorum ki sizle olan dostluğum ömrümün en tatlı zamanlarıydı. Böylelikle vakit geçirmeme değecek bir şeyler yapmaya karar verdim ve Deliliğe Övgü’yü yazmayı düşündüm. (Deliliğe Övgü/ Ataç Yayınları)

Bu önsöz nitelikli kısımda Deliliğe Övgü üzerine merak edilebilecek daha pek çok soruyu cevaplandırır Erasmus. Bu açıdan eser, kendi ortaya çıkışının da bilgisini veren bir eserdir.
Rönesans hümanisti Erasmus, yaşadığı dönemin toplumsal anlayışı içerisinde insanların yanlış yollara saptıklarını düşünür ve onları söz konusu hataları överek uyandırmaya çalışır. Bunu yaparken de delilik ile dahilik arasındaki ince çizgiye vurgu vardır. Eser, bu nitelikleri bakımından ancak tersten okuma ile doğru anlaşılabilir.

Eserinde retorik sanatını sonuna kadar kullanan Erasmus’un Deliliğe Övgü’sü baştan sona bir dil oyunundan ibarettir. Dönemin Avrupa’sının siyasal, sosyal, dinsel, sanatsal yapılarını hicveden Erasmus’un eseri, “Rönesans yergi türünün en iyi örneği” (Erasmus, 2010:20) kabul edilir. Deliliği konuşturma ve deliliğin kendisini övme maskesi altında bağnazlığın her türlüsüne eleştiri yönelten kitap bu özelliği ile çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri olmuş ve bu özelliği ile kalıcılığını bugüne kadar korumuştur. Erasmus’un delilikten kastı, insanoğlunun tüm zincirlerinden kurtulması ve salt özgürlüğe ulaşmasıdır. (Zehra Vahapoğlu/ Yüksek Lisans Tezi/ Haziran 2014)

Eser fazla bilimsel niteliklere sahip değildir, gözle görülür kusurları da vardır. Fakat buna rağmen onu hala Avrupa edebiyatının en önemli eserleri arasında saymamızı sağlayan şey içeriği, üslubu ve hicvidir. Eser, vaaz kürsüsünü ele geçirmeye başaran deliliğin konuşmaya başlaması ile açılış yapar. Eser pek çok farklı konuya değinir ve ironi geçen her sayfada daha da derinleşir. Kitapta konuşan kişi kadınsı özelliklerle donatılmış ve birinci ağızdan anlatan Delilik’tir. Kitaptan daha fazla bahsetmeden alıntılarla devam edelim. Bu alıntıların hicivli olduğunu ve yer yer tersten okuma gerektirdiğini tekrar hatırlatalım.



‘’Sonuçta kim eğlence ve sevinç içinde yaşamak isterse işe ilk önce bilgeliği özenle uzaklaştırmakla başlar; bilge, eğlence toplantılarına kabul edilmesi istenen insanların sonuncusudur.’’

‘’Rica ederim, bana şunu söyleyin: Platon’un bir mağarada nesnenin ancak gölgelerinin ve imgelerinin bilgisine sahip olarak tasarladığı deliler, talihlerinden memnunsalar ve bu memnunluklarını haykırırlarsa bu mağaradan çıkıp nesneyi olduğu gibi gören bilgeden daha mutlu değil midirler?’’

‘’Kendime övgüler dizmekle ben, alimlerin ve büyüklerin birçoğundan daha fazla tevazu gösterdiğime inanıyorum. Utandıkları için övemiyorlar kendilerini fakat sürekli yanlarında gezdirdikleri bir dalkavuk, soytarı bir şair onlar adına bu işi gayet güzel yapabiliyor. Bütün kepazeliklere bulaşmış olduğunu çok da iyi bildikleri bu adamları Tanrılarla bir tutup bütün erdemlerin sahibi gösteren şakşakçıları etrafından ayrılmıyor.’’

‘’Hiçbir şey bilmemek, ah ne mutlu bir yaşam!’’

‘’Eğer halinden hoşnut olmaksa mutluluk -inanın bana- kendini beğenmişlik kısa yoldan cennete ulaştıracaktır.’’

‘’Hangi erkek, gerçek bir bilge gibi hareket edip ilk iş olarak evliliğin sakıncalarını önceden görebilseydi, boynuna o yuların takılmasına izin verirdi? Aynı şekilde kadınlar çocuk doğururken katlanacakları sancıları ve yaşayacakları tehlikeleri, çocuk büyütürken çekeceği sıkıntıları tam olarak bilseydi bir erkeğe nasıl karşılık verirdi? Yani varlığınızı evliliklere borçlusunuz. Evlilik kurumu da varlığını çılgınlık tanrıçasına. Bir de unutkanlık tanrıçasının yardımları olmasaydı o acı tecrübeyi bir kez yaşamış olan hangi kadın tekrar çocuk doğurmayı göze alabilirdi?’’

‘’Herkes bu delilikle alay eder; bunları yapanlara her yerde deli derler, yine de onlar buna aldırmaz, kendilerinden memnun olarak bir safahat deryasında yüzerler; uzun yudumlarla tatlı nazları içerler; özetle, kendilerine sağladığım mutluluktan yararlanırlar.’’

9.07.2018

''Eskiden Yeniye''nin Romanı: Kiralık Konak


Doğu Batı Ekseninde Kuşaklar Arası Çatışmanın Romanı: Kiralık Konak


Türkiye’de modernizm kavramı, diğer birçok kavram gibi bir karışıklık içerisinde tartışılır. Siyasi çekişmelerin uzağında değerlendirmek neredeyse mümkün değildir. Yazının amacı hem bu kavramı politik kısır döngünün uzağında kalarak açmak, hem de bu doğrultuda Kiralık Konak romanındaki batılılaşmayla beraber kuşaklar arası yaşanan duygu ve düşünce ayrılıklarını ortaya koymaktır. Modernizm gibi hacimli bir konuyu burada tamamen konuşabilecek değiliz. Ancak Avrupa’da ne zaman başladığı, ülkemize ne zaman sıçradığı ve bizde nasıl uygulandığı romanı incelerken gireceğimiz konular arasındadır. Ülkemizdeki modernizm atılımları ve Batılılaşmaya geçmeden önce bu kavramı daha anlaşılır kılmak için Avrupa’da modernizmin nasıl doğduğuna bakarak işe koyulacağız. Hadi başlayalım.

Batı’daki Dönüşümler

Ortaçağ XIV. yüzyılın ikinci yarısıyla XV. yüzyılın başlarında, doğrudan doğruya modern Batı’ya haber veren hümanizmin yükselişiyle sona erecektir.


DoğuBatı yayınlarından çıkan ‘’Avrupa Düşüncesinin Serüveni’’ adlı kitap, ‘’XIV. XV. Yüzyıllar: Hümanizmin İlerleyişi’’ başlıklı yazısında bu cümlelerle başlıyor. Avrupa, dini merkez alan bir hayat düzeninden hümanizmle beraber yavaş yavaş kopmaya başlar. Bilimdeki gelişmeler (Kopernik, F. Bacon), Reform, eleştirel düşünce Batı’nın fikirsel dönüşümünü meydana getiren ana unsurların başında gelir. Bu dönüşüm Antik Yunan ve Roma uygarlıkları referans alınarak gerçekleşir. Antik Yunan’da akılcılık ön plândadır. Şehirleşme, kanun yazımı, yasaya eklenen demokrasi kavramı, tarihin icadı gibi atılımlar bilimi temel almak isteyen Batı’nın tabii ki Klâsik Yunan’a yönelmesini sağlamıştır.

Yunan düşüncesi ve düşünce yapısı Batı dünyası üzerinde büyük etkiler yaratmıştır. (Avrupa Düşüncesinin Serüveni/ DoğuBatı Yayınları)
Tüm bu gelişmelerle birlikte, Avrupa düşüncesinin dönüm noktası Rönesans ile beraber başlar: Genel olarak Rönesans, XV. ve XVI. yüzyıllardan itibaren Avrupa’da ortaya çıkan bilimsel ve sanatsal yenilenme hareketlerini ifade eder. (Avrupa Düşüncesinin Serüveni/ DoğuBatı Yayınları)
Peki bu ‘’bilimsel ve sanatsal yenilenme hareketleri’’ ne anlama geliyor? Kısaca bir göz atalım.

Yenilikler Zamanı


Saatçilik mesleğinin gelişimi, matbaanın icadı, basılı kitapların ortaya çıkması gibi teknik gelişmeler Rönesans devri insanına bir bilinçlilik katar. 1500’lü yıllara doğru giderken Alman saat ustası Peter Henlein ‘’Nürnberg yumurtası’’ adıyla bilinen cep saatlerini üretir. Yapımı uzun sürse de ilk defa taşınabilir saatler ortaya çıkar ve insanlar zamana hâkim olmaya başlar. 


XV. yüzyılın ilk yarısında Gutenberg ile beraber matbaa icat edilir. Macellan, Kristof Kolomb ve Vasco de Gama’nın yolculukları da yeryüzünün bilinen sınırlarını genişletir. Tüm bunların yanında Reformla beraber bireyselliğin kapıları açılır ve eğitim anlayışı da değişir:
Madem ki hümanizm insana dair iyimser bir bakış açısı olarak tanımlanıyor, bu insanı eğitmek gerekmez mi? … Gençliği eğitme arzusu, çocukların ve gençlerin yetişkinlerden farklı olduğu düşüncesi, hümanizmin eğitim anlayışını oluşturan bu temel unsurlar, moderniyete yön veren yeni bir kültür anlayışını bizlere gösterir. (Avrupa Düşüncesinin Serüveni/ DoğuBatı Yayınları)

Kısaca özetlersek tarihten eğitime, edebiyattan estetiğe, politik düşüncelerden bilime kadar Batı bir değişim içerisindedir. Bu değişimin temel kaynağı Antik Yunan’dır ve akla, bilime, doğaya doğru bir dönüşüm yaşanır.

Batı’dan Doğu’ya: Tanzimat Fermanı’mız ve Batılılaşma

Avrupa düşünce sisteminin geçirdiği değişikliği çok kısaca özetledim. Peki bu gelişmeler bizde nasıl vuku buldu? Edebiyattan politikaya, eğitimden mimariye kadar geniş bir yelpazede değişimler meydana gelmeye başladı. Şimdi kısaca bunlara da değinip artık romana geçeceğiz.

Tanzimat Fermanı



Mahmud II’nin 1839 tarihinde ölümü üzerine, yerine çıkan Abdülmecid Han’ın zamanında ilan edilen Gülhane Hattı ile (3 Teşrin-i sâni 1839, Pazar günü) cemiyet hayatında yeni bir devir başlar. Bu ferman, tarihini kısaca anlatmaya çalıştığımız yenileşme hareketinin ikinci zaferiydi. Onunla imparatorluk, asırlar içinde yaşadığı bir medeniyet dairesinden çıkarak, mücadele hâlinde bulunduğu başka bir medeniyetin dairesine girdiğini ilan ediyor, onun değerlerini açıkça kabul ediyordu. (Ahmet Hamdi Tanpınar/ On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi/ Dergâh Yayınları)
Tanzimat Fermanı’nın iki büyük önemi vardır. Birincisi; padişahın yetkileri ilk defa sınırlanıyordu. Şahsî yönetim, çoksesliliğin olduğu bir imparatorluğa dönüşüyordu. İkincisi; insan hukukuna yeni bir anlayış geliyordu. Hangi dine mensup olursa olsun herkesin can, mal, ırz, fert hakları gibi unsurlar birinci derecede korunacaktı. Bu durum Fransız İhtilali’nin ana fikirlerinin görece kabul edildiği anlamına geliyordu.

Edebiyatımızdaki Batı

Türk edebiyatının İslâm medeniyeti kadrosu içinde doğmuş olan Divan edebiyatından sıyrılarak avrupaî bir karaktere bürünmeye başlaması XIX. asrın ikinci yarısına rastlar. İslâmî edebiyatın bütün özelliklerine sahip olabilmek için XI. asırdan XV. asıra kadar uzun bir intibak devresi geçirdikten sonra, XIX.  asrın ortalarına kadar gelişip köklenerek Türk aydınlarının gözündeki değerini koruyan Divan edebiyatı, bu asrın ikinci yarısında yetişen idealist, çok kabiliyetli yazarlarla şairlerin çok dinamik ve sürekli çabaları ile, kırk yıl gibi kısa bir süre içinde, yerini hızla batılı bir edebiyata bıraktı. XIX. asır sona ererken, Türk edebiyatı da Batı edebiyatının hemen bütün türlerinde büyük bir başarıya ulaşmış bulunuyordu. (Kenan Akyüz/ Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923/ İnkılâp Kitabevi)



Türk edebiyatı, Tanzimat edebiyatı döneminde akıl, gelişim, yanlış batılılaşma gibi konulara özellikle önem verir. Gazetelerde tefrika edilen romanlar, köşe yazıları hep halkı aydınlatmaya, bilinçlendirmeye yönelik içeriklere sahiptir. Tanzimat aydını, her şeyden önce gazeteci ve halkçı insanlardır. Alıntıda geçen ‘’idealist’’ten kasıt da budur. Tanzimat edebiyatı döneminde halka ulaşmak ve onları eğitmek için başvurulan en temel yol gazetelerdir. Bu bağlamda, gazetelerin önemi oldukça önemlidir.

Edebiyatımızın Ana Temaları


  Ø  Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası romanı yanlış batılılaşmayı ele alır.
  Ø  Şinasi’nin Şair Evlenmesi batılı anlamda yazılan ilk tiyatro eserimizdir.
  Ø  Namık Kemal’in İntibah romanı aklıyla hareket etmeyen birinin başına geleceği felaketleri ele alırken verdiği bir de nasihat vardır: Son pişmanlık fayda etmez.
  Ø  Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey’le Râkım Efendi romanı batılılaşmayı şeklen almanın yanlışlığını anlatan bir romandır.
Bu liste elbette bu kadar kısa değil, uzar gider. Romanın dışında tiyatro, öykü, eleştiri, anı gibi yazı türlerinde de aynı temalar görülür. Bu türler aynı zamanda bizim edebiyatımıza Tanzimat ile beraber girer.

Mimârimizdeki Batı


Aslında Batı’nın üstünlüğünün nereden geldiğini anlama ve onları özümseme çabaları daha önceleri başlıyor. Lâle Devri’nde (1718-1730) Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi Fransa’ya gönderilir. Bu ziyaret dokuz ay sürer ve döndüğü zaman Mehmed Çelebi’nin raporlarında siyasetten çok Batı’nın yaşayış şekli, kurum ve kuruluşları anlatılır. Elçimiz aynı zamanda yanına Fransız mimârisine ait planlar da getirir. 1722 yılında Kağıthane’de inşa edilen Sadabad Sarayı, Fransız saray ve bahçe planlarından esinlenilerek yapılır. Yine hastaneler, eczaneler, bahçe ve seralar, bakımlı sokaklar gibi mekânlar da ilgi odağı haline gelir. Şimdi tüm bunlardan sonra, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na ve onun ilk romanı olan Kiralık Konak’a geçebiliriz.

Büyük Bir Kalem: Yakup Kadri Karaosmanoğlu


Yakup Kadri, nüfuzlu bir aileden gelir. 1600’lerin sonlarında yaşayan en meşhur ailelerden kabul edilen Karaosmanoğlu ailesinin torunlarından biridir. 27 Mart 1889’da Kahire’de doğar. II. Abdülhamid dönemine doğan bir yazardır. Altı yaşına kadar Mısır’da yaşamını sürdüren Yakup Kadri, daha sonra annesi ve kardeşiyle beraber Manisa’ya gelir. Fevziye Mektebi, ardından İzmir İdadîsî’nde eğitim alır ancak burayı tamamlayamaz. Daha sonra tekrar Mısır’a dönen yazar, burada Fransız Okulu’nda eğitim hayatına devam eder. 1908’de ailesiyle İstanbul’a gelir ve burada da yarım bırakacağı Hukuk Fakültesi’ne giriş yapar. Fecr-i Ati’nin kurucu üyeliği, İkdam, Cumhuriyet, Hâkimiyet- Milliye gazetesi yazarlığı, Kadro dergisinin kuruculuğu, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı gibi çok çeşitli işlerde boy gösterir. 13 Aralık 1973’te Ankara’da vefat eder.

Edebî Kişiliği


Yakup Kadri, üç farklı döneme tanıklık etmiş bir yazardır: Osmanlı’nın son dönemleri, Cumhuriyet ve çok partili dönemin içinde yaşar. Bu üç farklı devirde yetişen yazar, eserlerinde de geniş bir perspektife sahiptir. Dilde eskici ya da yenici olmadığını, doğru hamleler yapılması gerektiğini savunur. Yazarlığının ilk dönemlerinde Servet-i Fünun etkisiyle süslü bir dil görülür. 1922’ye doğru gelindiğinde, Batılı eserlerin de etkisiyle dilde sadeleşmeye gider. Yine Milli Edebiyat topluluğundan da etkilenerek bir değişim yaşar. Eserlerinde Türk toplumunun Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar değişen sosyal, siyasi, kültürel hayatını oldukça başarılı bir şekilde anlatır.  Onun romanları, Türk toplumunun değişimlerini öğrenmek açısından kaynak olarak da okunabilir.

Kiralık Konak: Bir Devir Kapanır, Bir Devir Açılır


Yakup Kadri’nin 1922’de yayımladığı ilk romanıdır. Tanzimat sonrasında ortaya çıkan değer ve gelenek kargaşası romanda başarılı bir şekilde aktarılır. Eserde eskiden yeniye doğru üç farklı kişilik vardır: Naim Efendi, Servet Bey ve Seniha. Kitaba adını veren konaksa bu çatışmanın en önemli sembollerinden biridir. Toplumsal değişim, bu konakta yaşayan üç farklı kişi özelinde nesiller çatışması olarak aktarılır. İhtiyar Naim Efendi, yıkılmakta olan Osmanlı’nın ve onun geleneğinin temsilcisidir. Damadı Servet Bey ise Müslümanlık ve Türklükten nefret eder, kendi anladığı Batılı dünyanın değerleri içerisinde yaşamak ister. Servet’in kızı Seniha ise, alışveriş, eğlence, har vurup harman savurmak, tüketim çılgınlığı gibi kavramlarla kuşatılan bir kişiliktir ve son nesli temsil eder. Romanın şahıs kadrosu bununla sınırlı değildir. Seniha ile aynı nesilden olan Hakkı Celis, Seniha'ya kıyasla bir düşkünlük içerisinde değildir.

Roman Trablusgarp Savaşı, Balkan Harbi ve 1. Dünya Savaşı zamanlarında geçer. Aile genel olarak bir kayıtsızlık ve düşkünlük içerisindedir. Savaşın kapıya dayanması, yakınları olan Hakkı Celis’in şehit düşmesi dahi onların sefahat ve eğlence düşkünlüğüne engel olmaz. Özetle; eskiye özlem, yanlış batılılaşma denemeleri, ahlaki çöküntü konak ve bu konağın sakinleri ekseninde okuyucuya aktarılır. Romanda İstanbulin giyinen namuslu ve ölçülü insanlarla, redingot giyen düşkün insanlar vardır. Kitaptan alıntılarla devam edeceğiz. Bu alıntılar, roman hakkında fikir sahibi olmanızı sağlayacak niteliktedir. Benim elimdeki kitap İletişim Yayınları’ndan çıkmıştır.

‘’Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok âdetler değişti. Kışın konaklarda, yazın yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır.’’

‘’İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbulin; diğeri redingot devri… Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbulin devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar. Tanzimatı Hayriye’nin en büyük eseri, İstanbulinli İstanbul Efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’nın arasında gayet hususi yeni bir millet gibi göründü.’’

‘’Maziden bize yadigâr kalmış bu gibi şahsiyetler, aramızda elan mevcuttur. Bunlar, pek eski zamanlarda bile, eski adamlardandı. Ruhları sanki bir merhalede durmuş gibidir. Nitekim Naim Efendi’nin bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline aittir.’’

‘’Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu, riyakâr, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hali vardır.’’



‘’Seniha, şimdi böyle başıboş şahlanmış bir hayvan üstünde gibiydi. Fakat, kendini daracık bir saha içinde, mahsur ve mahpus hissediyordu. Ruhunda çılgın cevelanların, bitmez tükenmez mesafelerin hasreti vardı. En küçük teferruatına kadar her şeyini ve her tarafını bildiği ve ezberlediği bu evden, doğduğu günden beri daima aynı havayı yuta yuta adeta bunaldığını hissettiği bu memleketten kaçmak, uzaklara, görülmemiş, işitilmemiş şeylere doğru gitmek istiyordu. Avrupa’nın şenlik ve aydınlık şehirleri, onu büyülü bir surette kendine doğru çekiyordu.’’

‘’Bir zorluk önünde yalnız başına kaldığı vakit, fazla düşünmekten, fazla sıkılmaktan kurtulmak için, daima çarelerin ilk hatırına gelenine, tedbirlerin en basitine, en acelesine müracaat ederdi; yani hiçbir şeyi halletmez, fakat başından savardı.’’

‘’Geç vakit, ruhu bir ağır kederle yüklü, eve dönüyordu. Karanlık ve tenhalık içinde, İstanbul'un sokaklarında yürümekle İstanbul denilen şeyi daha iyi anlıyordu. Bu, ne bir ülke, ne bir şehir, ne de bazılarının dediği gibi, büyük bir köydü; İstanbul'un güzelliğini, çirkinliğini, ihtişamını ve sefaletini yapan şeyler neydi?’’

‘’Sana demin vücudumun güzel taraflarını gösterirken beni seviyordun. Fakat, ne vakit ki hayatımın çirkin taraflarını göstermeye başladım; benden tiksindin. Gençken ve güzelken vücudu soymak iyidir, fakat hiçbir yaşta ruhu soymaya gelmez ve herkes önünde, hatta kendi önümüzde bile daima giyimli durmalıdır."

6.07.2018

Savaşların İçinden Gelen Bir Ses: Ernest Hemingway


Her şey kitaplar değil. Hatta kabul edelim bazen çok sıkıcı oluyor kitap okumak. Fakat ayaklarınızı yerden kesip sizi göğe doğru yükselten bir kitaba denk geldiyseniz bu, okun hedefini bulması anlamına geliyor. İyi bir kitap bir yolculuktur. İyi mi kötü mü bilemem ama mutlaka bir yolculuktur. Eh, yeryüzünde birden fazla yolculuk türü var. Biraz ondan biraz bundan nemalanmak lazım! Konu iyi bir kitap yolcuğuna geldiğinde ise hemen herkesi kuşatacak eserlerin arasında Ernest Hemingway’in İhtiyar Balıkçı adlı yapıtı gelir. Çevirilerdeki farklılık bu eserde daha kitabın adında başlar: Benim elimde Varlık Yayınları’ndan çıkmış 1959 baskılı İhtiyar Balıkçı var, ancak eseri Yaşlı Adam ve Deniz, İhtiyar Balıkçı ve Deniz adlarıyla da bulabilirsiniz. Yazarın hayatına doğum, ölüm, savaş yıllarında ne yaptığı şeklinde genel bir görünüm olarak bakıp söz konusu esere yoğunlaşacağız.

Kısa Öykü Ustası: Ernest Hemingway


Hemingway gazeteci, romancı kimliği ile de tanınmakla beraber en çok öykücülüğü ile bilinir. Amerikan modernist yazarı ve kısa öykünün temelini atanların başında gelen yazar 21 Temmuz 1899 tarihinde Amerika’da dünyaya gelir. Diğer beş kardeşiyle beraber burada büyür. Doktor bir babanın ve opera şarkıcısı bir annenin oğludur. Annesi tarafından müzik eğitimi alarak yetiştirilir ve okul hayatı 1917’ye değin sürer. Gazeteciliği ilk defa lise yıllarındaki okul gazetesinde icra eder ve daha bu zamanlarda gazetecilik mesleğini yapmaya karar verir. Bunun üzerine üniversite eğitimi yerine gazete muhabiri olarak çalışmaya başlar. 1. Dünya Savaşı’nda ambulans şoförü olarak görev yapar. 1920 yılında evlenerek Paris’te ikamet etmeye başlar. Burada yazın dünyasının çeşitli isimleriyle tanışır. Gazetecilik ekolünden gelmesi, onun eser yazarken de gazeteci disiplinine sahip olmasını sağlar. 1924 senesinde gazetecilikten istifa ederek edebiyat dünyasının işçisi olmaya karar verir. Yazar çeşitli buhranlar ve sağlık problemlerinin de etkisiyle 1961’de kendi tüfeğiyle intihar eder.

1. Dünya Savaşı ve Ernest Hemingway


Hepimizin az çok bildiği üzere sanatçı dediğimiz kişi duyduğu, gördüğü, yaşadığı olayları kendi muhayyele gücünü kullanarak bir esere dönüştürebilen kişidir. Bununla da sınırlı kalmaz. Sanatçının diğer insanlardan farkı, herkesin malumu olan bir şeyi ilk defa ya da yeni bir tarzla dile getirmesinde yatar. Burada hareketle, Hemingway’in eserlerinin ana temasını en çok şekillendiren hadise 1. Dünya Savaşı’dır. Savaş patlak verdiğinde yazar henüz lise yıllarındadır. Amerika’nın da savaşa katılması, genç Hemingway’in gönüllü olarak orduya girmek istemesine yol açar. Sol gözündeki bozukluk ise buna engeldir. Bunun üzerine soluğu İtalya’da alan yazar, burada savaşın yol açtığı ölüm, hastalık, yıkım gibi olaylardan derin bir şekilde etkilenir ve onun için ölüm artık hayatın tek gerçeği ve eserlerinin ana teması haline gelir. 1918’de henüz 18 yaşında toy bir delikanlıyken savaşa ambulans şoförü olarak katılır ve bu görevi esnasında gördüğü yüzlerce ölü, patlama ve yaralı onu şoke eder. Duygu durumu ve eserleri gördüğü bu yıkım üzerine şekillenir. Silahlara Veda eseri onun bu şekillenmesinin neticesinde ortaya çıkan bir eserdir.

İspanya İç Savaşı

Yazarın tanıklık ettiği savaş, acı, yıkım, ölüm gibi olayların onun hayatındaki etkileri oldukça fazladır. Hemingway, İspanya İç Savaşı’nda da bulunur. Gazeteci olarak görev yaptığı bu harpte de dünya savaşını aratmayacak ölçüde hadiseler görür. Bu savaş sonrasında yazdığı Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı eserinin esin kaynağı da yaşanan iç savaştır.

2. Dünya Savaşı
Yazar bu savaş zamanı hayatını Küba’da sürdürür. Bu dönemde hava saldırıları üzerine inceleme ve keşifler yapar. Bu savaşın etkileriyle Cennetin Bahçesi adlı eserini yazar.

İhtiyar Balıkçı


Yazarına Pulitzer ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran ve 1952’de yayımlanan İhtiyar Balıkçı uzun bir öykü niteliğindedir. Elimdeki Varlık Yayınları 1959 baskılı kitabın arka kapağında şöyle yazıyor:

Bugün Amerika’nın en geniş şöhretli yazarı olan Ernest Hemingway’in son eseri ‘’İhtiyar Balıkçı’’ çıkar çıkmaz derhal şimdiye kadar yazdıklarının en kudretlisi diye selâmlanmıştır. İhtiyar bir balıkçının tek başına Okyanusta geçen iki gününün hikâyesini yazmak ancak deha sayesinde başarıya ulaştırılabilecek çetin bir işti. İşte Hemingway bu çetin işin yalnız üstesinden gelmekle kalmamış, bunu yaparken bize bir şaheser de kazandırmıştır.

Yaşlı adamımız Santiago, teknesiyle seksen dört gündür balık avına çıkmasına karşın eli boş dönmektedir. Seksen beşinci gün çıktığı balık avında ise işler değişecektir. Bu defa oltasına bir kılıçbalığının takılmasıyla Santiago’nun yüzü gülmeye başlar ve av ile avcının uzun süren mücadelesi öykümüzün konusunu kapsar. Yanında yardımcısı diyebileceğimiz bir de çocuk vardır. Yaşlı adamın neredeyse üç ay boyunca eli boş dönmesi, buna rağmen mücadeleden vazgeçmemesi sadece basit bir kurgu değildir. Hemingway, öyküsünü Küba’da yazmıştır ve Küba halkının yerli inanışlarından, gelenek ve anlayışlarından izleri de biz öyküde görmekteyiz. Şöyle ki; bahsettiğimiz bölgede balık avlamak yalnızca bir geçim kaynağı ya da karın doyurma anlamına gelmez. Balık pazarına götürüp avladıklarınızı sattığınız zaman bu sizin için bir prestij kaynağıdır. Bu sayede makul bir ihtişama, saygıya kavuşursunuz. 

İhtiyar balıkçı, sonunda balığı avlayıp tabiata karşı mücadelesini kazansa da öykü buradan itibaren şekil değiştiriyor. Artık balığı avlama merhalesi geçilmiştir, bu defa sırada okyanusun içinde gezen köpekbalıklarına karşı balığını koruma mücadelesi vardır. Kıyıya dönene değin köpekbalıkları tarafından çoğu bölgesi yenmiş kılıçbalığının bir mahiyeti kalmaz. Ancak yaşlı adam, yine de huzura kavuşur, çünkü savaşı kazanmıştır. Eserin en can alıcı diyebileceğimiz kısımları ise yaşlı adamın avı ile geçen mücadelesi esnasında yaşadıklarıdır. İçinizde biraz buruk biraz nostaljik hüzünler oluşturabilecek olan bu eseri seveceğinize eminim. Şimdi öyküden alıntılarla noktalıyorum.


‘’İhtiyar balıkçı zayıf, kavruk, kederli yüzlü, boynunun arkasında ensesi kırış kırış bir adamdı. Yanakları, güneşin tropik denizlerinde meydana getirdiği akislerin esmer kanser lekeleriyle kaplıydı.’’

‘’Eşyaları sandaldan aldılar. İhtiyar balıkçı serenle yelken direğini omuzlamış, çocuk, olta yumakları, kahverengi iplikli ağlar, zıpkınla dolu tahta sandığı yüklenmişti. Yemlerin bulunduğu kutuyu, büyük balık yakalandığı zaman içeri alınmasında kullanılan sopa ile birlikte başaltına sokmuşlardı. Kimse ihtiyar balıkçının mallarını çalmağa kalmazdı ama yelken, ağ, olta gibi şeyleri çiğden zarar gördükleri için bir çatı altına almak daha iyi olurdu.’’

‘’Uzun yıllar kaplumbağa avcılığında çalıştığı halde bu hayvanlar hakkında öyle batıl itikatları yoktu. Onların hepsine, hattâ bir ton çeken kamyon gibi olanlarına bile acırdı. Kaplumbağaların kalbi kesilip parçalanışından bir sonra bile atmağa devam ettiğinden bazıları, hattâ çokları ona acımaz. Fakat ihtiyar balıkçı benim kalbim de öyle, ellerim ayaklarım da onlarınkine benzer, diye düşündü.’’
‘’Denize bakarak şu andaki yalnızlığını bir defa daha hissetti. Görünürlerde karanlık sularda akseden prizmalardan, Okyanusa gömülen oltanın eğrisinden ve hafif çırpınışlarından başka bir şey yoktu.’’

‘’Tam bu sırada iki eliyle asıldığı ipte ânî bir zorlama hissetti. Keskin, sert, ağır bir çekişti bu. İpi burnuyla zorluyor olmalı, diye düşündü. Bunun böyle olacağı belliydi. Başka çaresi yoktu zaten. Canını yakıp sıçramasına sebep olur bu, ama ben yine dönmesini tercih ederim. Zıpladıkça iğnenin takıldığı yer biraz da büyüyüp yırtılacak. O zaman iğnenin kurtulması ihtimali de var.’’

‘’İhtiyarlar niye öyle şafakla uyanırlar bilmem. Günü azıcık daha uzun yaşayabilmek için mi acep?’’

‘’Zaten her şey şu veya bu şekilde başka bir şeyi öldürmekle meşguldür. Meselâ balıkçılık da beni geçindirdiği gibi, bir yandan da öldürüyor. Çocuk da beni yaşatmağa çalışır. Artık kendimizi aldatmağa başladık bakıyorum da.’’

‘’Rüzgâr da bizden ne olsa, diye düşündü. Sonra, bazan öyledir, diye ilâve etti. Ve büyük denizlerde bizim hem dostumuz, hem düşmanımızdır. Ya yatak diye aklından geçirdi. Yatak en yakın arkadaşımdır benim. Ah bir yatak olsa şimdi, diye düşündü. Yataktan iyi şey var mıdır be.’’


Eserden hareketle çekilen filmden bir kare.