Doğu Batı Ekseninde Kuşaklar Arası
Çatışmanın Romanı: Kiralık Konak
Türkiye’de
modernizm kavramı, diğer birçok kavram gibi bir karışıklık içerisinde
tartışılır. Siyasi çekişmelerin uzağında değerlendirmek neredeyse mümkün değildir.
Yazının amacı hem bu kavramı politik kısır döngünün uzağında kalarak açmak, hem
de bu doğrultuda Kiralık Konak
romanındaki batılılaşmayla beraber kuşaklar arası yaşanan duygu ve düşünce
ayrılıklarını ortaya koymaktır. Modernizm gibi hacimli bir konuyu burada
tamamen konuşabilecek değiliz. Ancak Avrupa’da ne zaman başladığı, ülkemize ne
zaman sıçradığı ve bizde nasıl uygulandığı romanı incelerken gireceğimiz
konular arasındadır. Ülkemizdeki modernizm atılımları ve Batılılaşmaya geçmeden
önce bu kavramı daha anlaşılır kılmak için Avrupa’da modernizmin nasıl
doğduğuna bakarak işe koyulacağız. Hadi başlayalım.
Batı’daki Dönüşümler
Ortaçağ XIV. yüzyılın
ikinci yarısıyla XV. yüzyılın başlarında, doğrudan doğruya modern Batı’ya haber
veren hümanizmin yükselişiyle sona erecektir.
DoğuBatı
yayınlarından çıkan ‘’Avrupa Düşüncesinin Serüveni’’ adlı kitap, ‘’XIV. XV.
Yüzyıllar: Hümanizmin İlerleyişi’’ başlıklı yazısında bu cümlelerle başlıyor.
Avrupa, dini merkez alan bir hayat düzeninden hümanizmle beraber yavaş yavaş
kopmaya başlar. Bilimdeki gelişmeler (Kopernik, F. Bacon), Reform, eleştirel
düşünce Batı’nın fikirsel dönüşümünü meydana getiren ana unsurların başında
gelir. Bu dönüşüm Antik Yunan ve Roma uygarlıkları referans alınarak
gerçekleşir. Antik Yunan’da akılcılık ön plândadır. Şehirleşme, kanun yazımı,
yasaya eklenen demokrasi kavramı, tarihin icadı gibi atılımlar bilimi temel
almak isteyen Batı’nın tabii ki Klâsik Yunan’a yönelmesini sağlamıştır.
Yunan düşüncesi ve düşünce
yapısı Batı dünyası üzerinde büyük etkiler yaratmıştır. (Avrupa Düşüncesinin Serüveni/ DoğuBatı
Yayınları)
Tüm
bu gelişmelerle birlikte, Avrupa düşüncesinin dönüm noktası Rönesans ile
beraber başlar: Genel olarak Rönesans,
XV. ve XVI. yüzyıllardan itibaren Avrupa’da ortaya çıkan bilimsel ve sanatsal
yenilenme hareketlerini ifade eder. (Avrupa Düşüncesinin Serüveni/ DoğuBatı
Yayınları)
Peki
bu ‘’bilimsel ve sanatsal yenilenme hareketleri’’ ne anlama geliyor? Kısaca bir
göz atalım.
Yenilikler Zamanı
Saatçilik
mesleğinin gelişimi, matbaanın icadı, basılı kitapların ortaya çıkması gibi
teknik gelişmeler Rönesans devri insanına bir bilinçlilik katar. 1500’lü
yıllara doğru giderken Alman saat ustası Peter Henlein ‘’Nürnberg yumurtası’’
adıyla bilinen cep saatlerini üretir. Yapımı uzun sürse de ilk defa taşınabilir
saatler ortaya çıkar ve insanlar zamana hâkim olmaya başlar.
XV. yüzyılın ilk
yarısında Gutenberg ile beraber matbaa icat edilir. Macellan, Kristof Kolomb ve
Vasco de Gama’nın yolculukları da yeryüzünün bilinen sınırlarını genişletir. Tüm
bunların yanında Reformla beraber bireyselliğin kapıları açılır ve eğitim
anlayışı da değişir:
Madem ki hümanizm insana
dair iyimser bir bakış açısı olarak tanımlanıyor, bu insanı eğitmek gerekmez
mi? … Gençliği eğitme arzusu, çocukların ve gençlerin yetişkinlerden farklı
olduğu düşüncesi, hümanizmin eğitim anlayışını oluşturan bu temel unsurlar,
moderniyete yön veren yeni bir kültür anlayışını bizlere gösterir. (Avrupa Düşüncesinin Serüveni/ DoğuBatı
Yayınları)
Kısaca
özetlersek tarihten eğitime, edebiyattan estetiğe, politik düşüncelerden bilime
kadar Batı bir değişim içerisindedir. Bu değişimin temel kaynağı Antik
Yunan’dır ve akla, bilime, doğaya doğru bir dönüşüm yaşanır.
Batı’dan Doğu’ya: Tanzimat
Fermanı’mız ve Batılılaşma
Avrupa
düşünce sisteminin geçirdiği değişikliği çok kısaca özetledim. Peki bu
gelişmeler bizde nasıl vuku buldu? Edebiyattan politikaya, eğitimden mimariye
kadar geniş bir yelpazede değişimler meydana gelmeye başladı. Şimdi kısaca
bunlara da değinip artık romana geçeceğiz.
Tanzimat Fermanı
Mahmud II’nin 1839
tarihinde ölümü üzerine, yerine çıkan Abdülmecid Han’ın zamanında ilan edilen
Gülhane Hattı ile (3 Teşrin-i sâni 1839, Pazar günü) cemiyet hayatında yeni bir
devir başlar. Bu ferman, tarihini kısaca anlatmaya çalıştığımız yenileşme
hareketinin ikinci zaferiydi. Onunla imparatorluk, asırlar içinde yaşadığı bir
medeniyet dairesinden çıkarak, mücadele hâlinde bulunduğu başka bir medeniyetin
dairesine girdiğini ilan ediyor, onun değerlerini açıkça kabul ediyordu. (Ahmet Hamdi Tanpınar/ On Dokuzuncu
Asır Türk Edebiyatı Tarihi/ Dergâh Yayınları)
Tanzimat
Fermanı’nın iki büyük önemi vardır. Birincisi; padişahın yetkileri ilk defa
sınırlanıyordu. Şahsî yönetim, çoksesliliğin olduğu bir imparatorluğa
dönüşüyordu. İkincisi; insan hukukuna yeni bir anlayış geliyordu. Hangi dine
mensup olursa olsun herkesin can, mal, ırz, fert hakları gibi unsurlar birinci
derecede korunacaktı. Bu durum Fransız İhtilali’nin ana fikirlerinin görece
kabul edildiği anlamına geliyordu.
Edebiyatımızdaki Batı
Türk edebiyatının İslâm
medeniyeti kadrosu içinde doğmuş olan Divan edebiyatından sıyrılarak avrupaî
bir karaktere bürünmeye başlaması XIX. asrın ikinci yarısına rastlar. İslâmî
edebiyatın bütün özelliklerine sahip olabilmek için XI. asırdan XV. asıra kadar
uzun bir intibak devresi geçirdikten sonra, XIX. asrın ortalarına kadar gelişip köklenerek
Türk aydınlarının gözündeki değerini koruyan Divan edebiyatı, bu asrın ikinci
yarısında yetişen idealist, çok kabiliyetli yazarlarla şairlerin çok dinamik ve
sürekli çabaları ile, kırk yıl gibi kısa bir süre içinde, yerini hızla batılı
bir edebiyata bıraktı. XIX. asır sona ererken, Türk edebiyatı da Batı
edebiyatının hemen bütün türlerinde büyük bir başarıya ulaşmış bulunuyordu. (Kenan Akyüz/ Modern Türk Edebiyatının
Ana Çizgileri 1860-1923/ İnkılâp Kitabevi)
Türk
edebiyatı, Tanzimat edebiyatı döneminde akıl, gelişim, yanlış batılılaşma gibi
konulara özellikle önem verir. Gazetelerde tefrika edilen romanlar, köşe
yazıları hep halkı aydınlatmaya, bilinçlendirmeye yönelik içeriklere sahiptir.
Tanzimat aydını, her şeyden önce gazeteci ve halkçı insanlardır. Alıntıda geçen
‘’idealist’’ten kasıt da budur. Tanzimat edebiyatı döneminde halka ulaşmak ve
onları eğitmek için başvurulan en temel yol gazetelerdir. Bu bağlamda,
gazetelerin önemi oldukça önemlidir.
Edebiyatımızın Ana
Temaları
Ø Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası romanı yanlış
batılılaşmayı ele alır.
Ø Şinasi’nin Şair Evlenmesi batılı anlamda yazılan ilk tiyatro eserimizdir.
Ø Namık Kemal’in İntibah romanı aklıyla hareket etmeyen birinin başına geleceği
felaketleri ele alırken verdiği bir de nasihat vardır: Son pişmanlık fayda
etmez.
Ø Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey’le Râkım Efendi romanı
batılılaşmayı şeklen almanın yanlışlığını anlatan bir romandır.
Bu
liste elbette bu kadar kısa değil, uzar gider. Romanın dışında tiyatro, öykü,
eleştiri, anı gibi yazı türlerinde de aynı temalar görülür. Bu türler aynı
zamanda bizim edebiyatımıza Tanzimat ile beraber girer.
Mimârimizdeki Batı
Aslında
Batı’nın üstünlüğünün nereden geldiğini anlama ve onları özümseme çabaları daha
önceleri başlıyor. Lâle Devri’nde (1718-1730) Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi
Fransa’ya gönderilir. Bu ziyaret dokuz ay sürer ve döndüğü zaman Mehmed Çelebi’nin
raporlarında siyasetten çok Batı’nın yaşayış şekli, kurum ve kuruluşları
anlatılır. Elçimiz aynı zamanda yanına Fransız mimârisine ait planlar da
getirir. 1722 yılında Kağıthane’de inşa edilen Sadabad Sarayı, Fransız saray ve
bahçe planlarından esinlenilerek yapılır. Yine hastaneler, eczaneler, bahçe ve
seralar, bakımlı sokaklar gibi mekânlar da ilgi odağı haline gelir. Şimdi tüm
bunlardan sonra, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na ve onun ilk romanı olan Kiralık Konak’a geçebiliriz.
Büyük Bir Kalem: Yakup Kadri
Karaosmanoğlu
Yakup
Kadri, nüfuzlu bir aileden gelir. 1600’lerin sonlarında yaşayan en meşhur
ailelerden kabul edilen Karaosmanoğlu ailesinin torunlarından biridir. 27 Mart
1889’da Kahire’de doğar. II. Abdülhamid dönemine doğan bir yazardır. Altı yaşına
kadar Mısır’da yaşamını sürdüren Yakup Kadri, daha sonra annesi ve kardeşiyle
beraber Manisa’ya gelir. Fevziye Mektebi, ardından İzmir İdadîsî’nde eğitim
alır ancak burayı tamamlayamaz. Daha sonra tekrar Mısır’a dönen yazar, burada
Fransız Okulu’nda eğitim hayatına devam eder. 1908’de ailesiyle İstanbul’a
gelir ve burada da yarım bırakacağı Hukuk Fakültesi’ne giriş yapar. Fecr-i
Ati’nin kurucu üyeliği, İkdam, Cumhuriyet, Hâkimiyet- Milliye gazetesi
yazarlığı, Kadro dergisinin kuruculuğu, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu
Başkanlığı gibi çok çeşitli işlerde boy gösterir. 13 Aralık 1973’te Ankara’da
vefat eder.
Edebî Kişiliği
Yakup
Kadri, üç farklı döneme tanıklık etmiş bir yazardır: Osmanlı’nın son dönemleri,
Cumhuriyet ve çok partili dönemin içinde yaşar. Bu üç farklı devirde yetişen
yazar, eserlerinde de geniş bir perspektife sahiptir. Dilde eskici ya da yenici
olmadığını, doğru hamleler yapılması gerektiğini savunur. Yazarlığının ilk
dönemlerinde Servet-i Fünun etkisiyle süslü bir dil görülür. 1922’ye doğru
gelindiğinde, Batılı eserlerin de etkisiyle dilde sadeleşmeye gider. Yine Milli
Edebiyat topluluğundan da etkilenerek bir değişim yaşar. Eserlerinde Türk
toplumunun Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar değişen sosyal, siyasi, kültürel
hayatını oldukça başarılı bir şekilde anlatır.
Onun romanları, Türk toplumunun değişimlerini öğrenmek açısından kaynak
olarak da okunabilir.
Kiralık Konak: Bir Devir
Kapanır, Bir Devir Açılır
Yakup
Kadri’nin 1922’de yayımladığı ilk romanıdır. Tanzimat sonrasında ortaya çıkan
değer ve gelenek kargaşası romanda başarılı bir şekilde aktarılır. Eserde
eskiden yeniye doğru üç farklı kişilik vardır: Naim Efendi, Servet Bey ve
Seniha. Kitaba adını veren konaksa bu çatışmanın en önemli sembollerinden
biridir. Toplumsal değişim, bu konakta yaşayan üç farklı kişi özelinde nesiller
çatışması olarak aktarılır. İhtiyar Naim Efendi, yıkılmakta olan Osmanlı’nın ve
onun geleneğinin temsilcisidir. Damadı Servet Bey ise Müslümanlık ve Türklükten
nefret eder, kendi anladığı Batılı dünyanın değerleri içerisinde yaşamak ister.
Servet’in kızı Seniha ise, alışveriş, eğlence, har vurup harman savurmak,
tüketim çılgınlığı gibi kavramlarla kuşatılan bir kişiliktir ve son nesli
temsil eder. Romanın şahıs kadrosu bununla sınırlı değildir. Seniha ile aynı nesilden
olan Hakkı Celis, Seniha'ya kıyasla bir düşkünlük içerisinde değildir.
Roman
Trablusgarp Savaşı, Balkan Harbi ve 1. Dünya Savaşı zamanlarında geçer. Aile
genel olarak bir kayıtsızlık ve düşkünlük içerisindedir. Savaşın kapıya
dayanması, yakınları olan Hakkı Celis’in şehit düşmesi dahi onların sefahat ve
eğlence düşkünlüğüne engel olmaz. Özetle; eskiye özlem, yanlış batılılaşma
denemeleri, ahlaki çöküntü konak ve bu konağın sakinleri ekseninde okuyucuya
aktarılır. Romanda İstanbulin giyinen namuslu ve ölçülü insanlarla, redingot
giyen düşkün insanlar vardır. Kitaptan alıntılarla devam edeceğiz. Bu
alıntılar, roman hakkında fikir sahibi olmanızı sağlayacak niteliktedir. Benim
elimdeki kitap İletişim Yayınları’ndan çıkmıştır.
‘’Naim
Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar değil,
iki sene içinde pek çok âdetler değişti. Kışın konaklarda, yazın yalılarda
oturan aileler gittikçe azalmaktadır.’’
‘’İstanbul’da
iki devir oldu: Biri İstanbulin; diğeri redingot devri… Osmanlılar hiçbir zaman
bu İstanbulin devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar. Tanzimatı
Hayriye’nin en büyük eseri, İstanbulinli İstanbul Efendisidir. Bu kıyafet
dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa
olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’nın arasında gayet hususi yeni bir millet
gibi göründü.’’
‘’Maziden
bize yadigâr kalmış bu gibi şahsiyetler, aramızda elan mevcuttur. Bunlar, pek
eski zamanlarda bile, eski adamlardandı. Ruhları sanki bir merhalede durmuş
gibidir. Nitekim Naim Efendi’nin bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri,
kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline aittir.’’
‘’Sonra
redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu, riyakâr,
adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray
hademesi hali vardır.’’
‘’Seniha,
şimdi böyle başıboş şahlanmış bir hayvan üstünde gibiydi. Fakat, kendini
daracık bir saha içinde, mahsur ve mahpus hissediyordu. Ruhunda çılgın
cevelanların, bitmez tükenmez mesafelerin hasreti vardı. En küçük teferruatına
kadar her şeyini ve her tarafını bildiği ve ezberlediği bu evden, doğduğu
günden beri daima aynı havayı yuta yuta adeta bunaldığını hissettiği bu
memleketten kaçmak, uzaklara, görülmemiş, işitilmemiş şeylere doğru gitmek
istiyordu. Avrupa’nın şenlik ve aydınlık şehirleri, onu büyülü bir surette
kendine doğru çekiyordu.’’
‘’Bir
zorluk önünde yalnız başına kaldığı vakit, fazla düşünmekten, fazla sıkılmaktan
kurtulmak için, daima çarelerin ilk hatırına gelenine, tedbirlerin en basitine,
en acelesine müracaat ederdi; yani hiçbir şeyi halletmez, fakat başından
savardı.’’
‘’Geç
vakit, ruhu bir ağır kederle yüklü, eve dönüyordu. Karanlık ve tenhalık içinde,
İstanbul'un sokaklarında yürümekle İstanbul denilen şeyi daha iyi anlıyordu. Bu, ne bir ülke, ne
bir şehir, ne de bazılarının dediği gibi, büyük bir köydü; İstanbul'un
güzelliğini, çirkinliğini, ihtişamını ve sefaletini yapan şeyler neydi?’’
‘’Sana
demin vücudumun güzel taraflarını gösterirken beni seviyordun. Fakat, ne vakit
ki hayatımın çirkin taraflarını göstermeye başladım; benden tiksindin. Gençken
ve güzelken vücudu soymak iyidir, fakat hiçbir yaşta ruhu soymaya gelmez ve
herkes önünde, hatta kendi önümüzde bile daima giyimli durmalıdır."