30.04.2016

Sanat, Dünya ve Karnaval

      Dünya bir festivale, bir karnavala politika ile değil sanatla dönebilir. 

    Yıl iki bin on beşin mart ayını gösterdiğinde, henüz hala Artvin'de okuyordum: Şiirlerin altına döşenen doğa manzarası fotoğraflarının hepsi ve daha fazlasını Karadeniz'in tabiatında rahatlıkla görebilir, yalnızca ev ihtiyaçları için alış-veriş yaptığınızda bile sokaklarda o muhteşem uyumu, doğanın kendisini görebilirsiniz. Ona karşı çıktığınızda hırçınlaşan Hopa sahili, Karadeniz'in balkonu diyebileceğimiz Rize Kalesi, ne zaman doğanın içinde bir tatil tasarlasanız sizi her zaman dört gözle bekleyecek olan Artvin'in Borçka Karagöl'ü ile, şehir insanı olan ben dahi bu coğrafyada yaşamaktan büyük memnuniyet duydum. Lakin tabiatı bu kadar sevip de tabiat gibi olamadığımız ve ''kendiliğinden''i bırakıp, insanlarla aramıza yapay kavramlar soktuğumuz bir gerçek. ''Sen şusun, ben buyum'' dili dünyayı saran bir hastalık olmasına rağmen, onu münferit durumlar dışında yalnızca metropollerde görüyor ve okuyoruz. Oysa benim tanık olduğum şeyler hiç de büyük bir şehrin hudutlarında gerçekleşmedi. Bana bunu yazdıran şey, yazımın başında belirttiğim tarihlerde Artvin'de gördüklerim: Herkes gayet iyi biliyor ki, özellikle üniversitelere, kendi fikrini ve bağlı bulunduğu topluluğu yaymak amacıyla kimi öğrenciler giderler. Onların, okulla çoğu zaman pek bir ilgisi olmayıp, okul sınırları içerisinde bir hakimiyet kurma çabaları ve bu çaba doğrultusunda gerçekleştirdikleri çalışmaları vardır. Sonra -bu her türlü bakış açısına söylenmektedir- ne hikmetse 'eğitimin yerlerde olduğu' eleştirisi de aynı anlayışın dilinden çıkar. Size bu yazımda, rutini hiçbir zaman kapsamayan ve yalnızca ''an''a dahil olan bir gözlemimden bahsedeceğim: 

    Artvin'de okuduğum o bir yıl pek çok açıdan oldukça verimli geçmişti: Oynadığımız ve şehir dışlarına dahi sergilemeye gittiğimiz tiyatro oyunlarından tutun da, ''Dünya Emekçi Kadınlar Günü'' ya da ''Kütüphane Haftası'' gibi önemli yıl dönümlerinde gerçekleştirdiğimiz sahne performanslarına kadar. Büyük şehirlerin aksine, bir gösteri sergilemekle ilgilenen insanlar az olduğu için çoğu zaman aklımıza gelen her şeyi yapabiliyor, kendimizi deneyebiliyorduk: Küçük şehri bu şekilde avantaja çevirmiştim. Yine böyle bir etkinlik planı ve pratiği içerisinde, arkadaşlarımızdan biri ''Yeşilçam'' temalı bir etkinlik düzenlemek istedi: O devrin oyuncularını yine o devrin şarkıları ve sembolleriyle anacağımız bu etkinlik için hepimiz kollarımızı sıvadık. Sesi güzel olduğuna kanaat getirilenler şarkı söyleyecek, daha coşku dolu olanlar sunuculuk ya da irili ufaklı şakalarla eğlenceyi getirecek, tüm bunlardan çekinen arkadaşlar sahneye malzeme ve kostümleri taşıyacak ve diğerleri de ''yardıma ihtiyaç olursa ben de katılmak isterim'' gönüllülüğü ile bu gecede yer alacaktı. Bütün düzenlemeler, en ufak bir aksilik dahi olmadan hayata geçirildi; seyirci şarkıların ruhuna göre halden hale girerken, birazdan sıra kendisine gelecek olan arkadaşlar kuliste heyecanlı bekleyişler içerisindeydiler. 

    Bütün bu ''festival'' havası artık sonlarına geliyordu, gelmişti de! Etkinliğimiz miadını doldurmuş ve sıra teşekkürlere gelmişti. Konuşma yapacak olanların başında, az evvel yaptığım ...üniversitelere, kendi fikrini ve bağlı bulunduğu topluluğu yaymak amacıyla kimi öğrenciler gider tarifine dahil olan bir arkadaş geliyordu, zira provalarda o da vardı ve kimi malzeme ihtiyaçlarını o gidermişti. Yapacağı konuşma sırasında yanında bir başka arkadaş daha vardı; ikisinin yan yana durması bana ateş ile barutu hatırlatmaktaydı. Çünkü birbirleri ile anlaşamazlardı ve geçmişte de türlü münakaşaları olmuştu.

Ancaaak...

    Her gün yapılan provaların kaymağını, sahnede bol alkış ve bol teşekkür ve bol tebessüm ile alınca herkesin öğreti ve disiplininin ne de çabuk yok olabileceğini, aslında bu insanların birbirlerini nasıl da kardeşçe selamlayabileceğini, tüm o tatsızlıkların ne de saniyeler içinde çöpe atılabildiğini gördüm. Birbirlerine selam vermeyen, birbirlerini gördüklerinde yüzlerini başka yöne çeviren bu iki insan, o gece nasıl oldu da güzel bir teşekkürün ardından birbirleri ile kol kola girip ''Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsaaa...'' şarkısını söylediler? Hem de tek mikrofona? Yani seslerinin salona yeterince gidebilmesi için ihtiyaç duydukları aygıtı paylaşarak? Bunu gözlemledim: O kadar çabuk oldu ki her şey. Muhtemeldir; o anlardan hemen sonra tekrar eski hallerine dönüp ''bağlı oldukları düşünce ve topluluğa ihanet etmeme cesareti'' korkaklığını zihinlerine çakmışlardır. Ama o ''an'' ne oldu ey kimsen? Bütün o öğretileri ortadan kaldıran, aslında bir şeyleri kurtarmak üzere okunan, öğrenilen o kavramların hepsinin bir anda önemsizleştiği, geriye sadece insanın kendisinin kaldığı gerçeklik neydi? Ve ne sağladı bunu? 

    Dünya, sevgili kimsen; bir festivale, bir karnavala politika ile değil sanatla dönebilir. 1960'larda blues müzik ile başlayan ve kendini sürekli olarak geliştiren rock müzik ve onun temsilcilerinin çok iyi bildikleri bir şey vardı: İnsanları bir araya getirebiliyor, tek bir sözleriyle herkesi harekete geçirebiliyorlardı. İşte sanatla harekete geçen, sanatla tek bir çatı altında toplanan insanların bildikleri ve hissettikleri bir şey vardır. Hadi gelin, size onu da açıklıyorum:

    Politikanın ince ve riyakar duvarı, sizi anında kapı dışarı edebilir ve siz bağlı bulunduğunuz topluluğun getirdiği anlayışa karşı bireysel yorumlarınızı asla dile getiremezsiniz. Ve siz bunu sorgulamadıkça bu sinmişlik hali benliğinize öyle sokulur ki, artık bunu savunur hale gelirsiniz. Kemal Tahir okuduğum zaman bana tuhaf bakan solcu çocuklardan bıktığım gibi, çok sıkı bir Nâzım sevdalısı ve okuyucusu olmamla bir başka grubun tuhaf bakışlarına ''nail olmak''tan da bezdim. Ama sanatın hiçbir disiplini sizi bu çirkin ve insanı -en azından beni- kendisinden tiksindiren bakış açısıyla karşılamaz. 

    Dünya, sevgili kimsen; bir festivale, bir karnavala politika ile değil sanatla dönebilir, çünkü duygular bize öğretilenlerden daha büyüktür! Çünkü duygular, başkalarının değil, kendimizin öğretileridir!



12.04.2016

Büyük Kadın; Oriana Fallaci ve ''Doğmamış Çocuğa Mektup''


    Doğmamış Çocuğa Mektup İtalyan yazar, gazeteci Oriana Fallaci'nin en bilinen eserlerinden biridir. Kuzey yayınlarından okuduğum romanın fotoğrafta gördüğünüz baskısı üçüncü baskı olup 1987 yılında yayımlanmış. Ama gelin önce biraz yazarı tanıyalım:
1929 yılında Floransa'da doğan Oriana Fallaci henüz dokuz yaşındayken kısa öyküler yazmaya başlar, on yedi yaşında gazeteciliğe adım atar, Floransa Üniversitesi'ne devam eder. Yazı yazma deneyimi ile ilgili şu sözleri söylemiştir: 

İlk defa yazı makinasının karşısına geçtiğimde, damla damla ortaya çıkan ve beyaz kağıdın üstünde kalan kelimelere aşık oldum… Her damla, eğer sözle söylenmiş olsalardı uçup gideceklerdi. Fakat kağıt üzerindeki kelimeler, iyi de olsalar kötü de olsalar, sabitlenmişlerdi.

    Pek çok ülke lideriyle yaptığı röportajla da gündeme gelir, zira röportajları genellikle olaylı olur. Ayetullah Humeyni ile röportaj yapan tek kişi oldu. Bu görüşme tam 6 saat sürdü. Görüşmenin ortasında kızgınlıkla çarşafını çıkarıp Humeyni’nin suratına fırlatması hatırlanmaya değer bir olaydır.*

    Savaş muhabiri olarak, çağımızın önde gelen anlaşmazlıklarına değindi. Macaristan ayaklanmasını aktardığı için tutuklandı. 7 senesini Kuzey ve Güney Vietnamda geçirdi, sonunda Güney Vietnam’dan sınır dışı edildi.*

    Fallaci, 2006 yılında kanser tedavisi görür ve yetmiş altı yaşında, Floransa'da hayata gözlerini yumar. Geriye, Penelope Savaşta, Güneş Batarsa, Bırak Öyle Kalsın, Hiçbir Şey gibi eserler bırakır. Bu güzel ve hayatında tehlikenin eksik olmadığı kadının Doğmamış Çocuğa Mektup'una gelecek olursak; eser şu cümlelerle başlıyor: ''Dün gece var olduğunu bildim; hiçyokluktan kaçıp kurtulmuş bir dirim damlası.'' 
    Anlaşılacağı üzere ''mektup'', hamile olduğunu yeni öğrenen bir kadının bu konudaki hisleriyle başlıyor. Daha sonra sürekli olarak ''çocuk'' adıyla hitap ettiği karnındaki o dirim damlasına yaşam hakkındaki fikirlerini anlatmaya koyuluyor: yalanlar, varsıl-yoksul çatışması, ilişkiler, erkek ve kadınlar... Hamile olduğu öğrenilen bu bekar kadına karşı bakışların değiştiğini de bir feminist olarak esere eklemekten geri kalmıyor Fallaci. Yapıtın sonunu söylemeyeceğim, ama çocuğuyla olan konuşmalarını ve özellikle son sayfaları okurken nefes nefese kalmış olabilirim :) Çevirisini Pınar Kür'ün yaptığı mektup oldukça anlaşılır bir dilde karşımıza çıkarken, söyledikleri, karmaşık olmayan cümlelerinin aksine oldukça derin, hatta romanın tesirlerinden biri şu oldu: Son sayfalarda hiçyokluktan bahsediyordu ve ölümden korkan ben ''anne ve babam beni meydana getirmeyebilirlerdi, hatta tek bir küçük fizyolojik fark bile 'ben' yerine bir başkasının doğmasına neden olabilirdi, yalnızca hiçyokluk yok oldu ve ben varım. Ama olmayabilirdim de, belki bir şeylerden geri durmamam için bir sebep daha buldum işte!'' gibi düşüncelere dalıp yürümeye başladım. Kitaptan kısa kısa birkaç alıntıyla devam edip sonlandırıyorum. Bu arada, Beyoğlu'nda altı liraya aldım kitabı, çok pahalı değil yani...

Sevgiye inanmadığın doğru değil, anne. Tersine öylesine çok inanıyorsun ki, çevrendeki sevgi azlığından ve bu azıcık sevginin bile hiçbir zaman eksiksiz olamadığından deli gibi acı duyuyorsun.

∞ 

Yaşamın çağrısına kulak tıkayamayacak kadar çok seviyorsun yaşamayı. Çağrı geldiğinde, tıpkı Jack London'un kurt olmak için, o uluyarak kurtların peşinden giden köpeği gibi, uyacaksın çağrıya.

∞ 

Çalışmanın gerekliliğinden, çalışmanın yaşam sevinci verdiğinden, çalışmanın onurundan çok söz açacaklar sana. İnanma. O da yalan.

Düş kırıklığına, öfkeye boyun eğdin mi, yoksa güçlü bir ağaç gibi dimdik mi kaldın? Mutluluk, özgürlük, iyilik, sevgi gibi şeylerin var olduğunu öğrendin mi?

Seni o kavanozun içinde bırakamam. Sana daha onurlu bir yer bulmam gerek; ama nerde? Belki bir manolya ağacının dibine. Oysa manolya da uzaklarda. Benim çocukluğumun geçmişinde kalmış o ağaç.

Yaşam var dediğimde üşümem geçiyor, uyuşukluğum geçiyor, yaşamın ta kendisiymişim gibi duyuyorum kendimi.

_____________________________________________________________________________

10.04.2016

İnsan aşkı bırakınca yaşlanırmış

Ölüm hiçbir zaman senin anlamlı olmanı beklemez. Anlamı sen yaratmak zorundasın.

    Nasılsınız? Hayatınız nasıl gidiyor? Bir iyi bir kötü hissedip neticede elinize geçen ve aldığınız karar nedir? O kararı ne kadar uygulayabiliyorsunuz? O kararı hayata geçirmek isteyip sizin gibi düşünen insanlara anlattığınızda tüm o sözler, ''yapalım''lar masalarda mı kalıyor? Masadaki çay bardağında, küllükte ama hiçbir zaman insanda değil? 
Dün gece sınavların bitmesiyle okuyacağım kitap ve romanlara ve yapmak istediğim etkinliklere tekrar girişeceğim için bir heyecanla yürürken sokaklarda, tamamen doğru olmasa da kısmen doğru olan bir şeyi yine hissettim: karnaval... Karnavalda yaşıyormuş gibi hissediyorum bazen; hele, hele iki gün önce sınavdan çıkıp giderken yanından geçtiğim üniversitemizin amfisine baktığım zaman... Üzerine güneş yiyen, etrafı çimen ve ağaçlarla kaplı ve kocaman bir daire şeklinde olan ve insanların oturup izlemesi için üst üste yapılmış taşları içeren amfiye...
    Bir elinizde gri ve onun tonları olsun, bir elinizde de sevdiğiniz tüm renkler ve onların tonları... Ve bir duvarı boyayacaksınız diyelim; sizin için ''bomboş'' bir görüntüyü ifade eden renkteki bir duvarı. İki şeye sahipsiniz ve de: ''sırası değil'' ile denemek eylemine. İlki pek de kendi iradenizin bir eylemi değilken, yani onu yalnızca ''denememek'' olarak adlandırabilirken, ikincisi tamamen sizin kararınız. Ve tüm ''sırası değil''lerde duvarı, gri ve onun tonları ile boyuyorsunuz. Her ertelemede, her yataktan kalkamayışta, her ''sonraya atmalar''da duvara, adeta hapishanedeki bir mahkumun çentik atması gibi, griyi atıyorsunuz. Griyi atıyor ve belli aralıklarla duvara bakıp, onun ne kadar da gri (renksiz) olduğunu fark ediyorsunuz. Halbuki fırça da boya da, o boyayı tutan el de sizin elinizdeymiş meğer, fark ediyorsunuz. Dışarıdan, o sevdiğiniz renklere de griliği katmak isteyen eller var olsa ve hatta en sevdiğiniz renkler canlılıklarını biraz olsun yitirse bile önünüzdeki duvarın sizin hayatınız ve renkleri tutan ellerin, sizin elleriniz olduğunu anlıyorsunuz. 
    Tüm ömrün sevdiğiniz renklerle geçmeyeceğini, geçemeyeceğini, çünkü grinin de kimi zamanlar söz sahibi olduğunu görüyorsunuz. Peki, diyorsunuz. Peki bunu kabul ediyorum, renklerimin söz sahibi olması gibi, gri de kendinden bir şeyler katacak o duvara, bazen sorumlusu benim, bazen başkaları. Ama gri konuşmaya başladığında bile yapabileceğim bir şey var ve bunu yapmayı tercih ediyorum: renklerimi korumak, onları daha da renklendirmek ve hatta yeni renkler katmak. Çünkü ellerim kesildiği zaman griden de, kendi renklerimden de ayrılmış olacağım, o halde neden renk tonlarımı zorlamıyorum?

    Dün akşam barda birkaç arkadaşla otururken, hepimiz birbirimize hararetli bir şekilde bir şeyler anlatmaya kalkıştık. Hepimizin birbirinden farklı yolları, tercihleri ve gerçekliği vardı ama temelinde hepimiz aynı amaca hizmet ediyorduk: Kendi sanatımızı yaşamak isteğine. Bazen öfkelendik tanık olduklarımıza, bazen heyecan duyduk hayalini kurduklarımıza. Herkes birbirine yapmak istediklerini anlatırken, dinleyenler de ellerinden ne geliyorsa, kendi kabiliyet ve becerilerinin etki edebileceği düzeyde anlatana yardımcı olacağı konuları söylüyor, neticede; sonraki günler toplantılar yapmak için ayarlamalar başlıyordu. 
    Coğrafya insanın kaderidir; beni doğudan ya da savaşın, cinayetlerin olduğu yerlerden okuyanlarınız varsa, hayatın ''batı''dan oluşmadığını biliyorum dostlarım ama ben, biz de buradayız işte ve hayallerimizin peşinden koşmayı deneyimlemek istiyoruz. Of o kadar çok şey var ki aklımda! Ve bunları doğru zaman ve mekanda gerçekleştirmek için o kadar lazım ki bana soğukkanlılık! Ve sana da, ona da, size de, hepimize de! Okulun o açık alandaki amfisinde sazımızı, sözümüzü alıp doğaçlama olarak ya da bir plana bağlı kalarak oynamak, sergilemek... Kimseyi ötekileştirmeden, tükürerek yüzüne politika kavramının, açarak kollarımızı sanata, insana, sevgiye... 

''Çünkü insan, aşkı bırakınca yaşlanır.'' diyor... Doğru diyor...