İlk kez yazan biri ne
anlatabilir? Şüphesiz ki ya bir tema belirlemiş, belirmeye çalışmıştır ya da
kendisinden önceki anlatıları taklit edecektir, alenî ya da sinsi bir şekilde.
Peki ya daha, yıllar sonra bilmem kaçıncı defa yazmaya başlayan biri ne anlatır?
O da o noktadaki diğer yazarların devamı, bir başka versiyonu niteliğinde
olacaktır. Sonuçta bütün yazın, dört temel öyküden meydana gelmiyor mu? Ah
Borges…
Aklım başka yerdeyken yazmamın olanaksızlığını fark ettim önce. Sonra
da başka hiçbir şeyi düşünmeden, beni bekleyen kişi ve olayları arka plana
atarak kendimi yazıya kaptırınca ne kadar akıcı olduğumu. Şunu söylememe izin
verin: yazmayı, yazarlık ile yüzleşmeyi o kadar uzun müddettir erteliyorum –ve
belki de ertelemeye bir süre daha devam edeceğim- ki bu kadar ‘’sonra’’ denilen
bir şeyi oturup da nihayet vücuda getireceğim zaman, ortaya bir yazı makinası
çıkacak. Bu benim kanaatim.
Yazmaya zorlanmak denen şeyi duydunuz mu? Sipariş
üzerine ya da işim icabı yazdığım yazılarda neredeyse hiç zorlanmam da şahsî
olarak ekran karşısına geçip yazmaya yeltendiğimde ortaya bir fakirlik çıkıyor.
‘’Ne yazacağım’’ kaygısı da değil üstelik bu. Yazacağım şeyi bildiğim
zamanlarda dahi hemen bir duvarla karşılaşıyorum. Kendi kendime engeller
ediniyorum, bu benim yeni bir huyum da değil üstelik. Ve bundan şüphesiz ki
vazgeçmem lazım. Ancak bir dakika verin ki size gerçeği anlatayım: kendinden
son sürat emin olma halini, rahat yaşamak adına işimize gelmeyen gerçeklere
sırt dönmeyi öylesine derin gözlemledim ki insanlarda. Buna, kendimi
kandırmamaya yönelik bir tedbir olarak doğdu bu durum. Yani kendimi
eleştiriyor, istemsizce olayın farklı yönlerini ve karşı tarafların da durumunu
dikkate alıyorum. Ama bunun oranını ayarlayamadığınız, dengeye gelemediğiniz
noktalarda yere düşebiliyorsunuz. Bu kendimi kandırmamaya yönelik aşırı tedbir,
bir süre sonra boyut değiştirdi ve yersiz olarak da kendimi hırpalamama, sorgu
ışıklarını zihnime çevirmeme neden oldu. Bu ki detayların içinde boğulabilen ve
bu nedenle hareket edemeyen, etse dahi kafasını kendi kendine aptalca çorba
etmiş bir adamın halidir.
Gerçeğe çok yakınım, demek istemem. Söylemeye
çalıştığım; hakikatle arama mesafe koyacak yalan eminliklerden uzak durmak için
kurduğum sorgu odası, beni yerli yersiz olarak da sorgulamaya başladı. Adeta Victor
Frankenstein'ın yarattığı ve sonrasında ortaya çıkan felaketlerin önünü
alamadığı canavarı gibi, ben de kendi canavarımı yarattım kafamın içinde. Adım
atmama, hareket etmeme, yazı yazmama engel olabilen bu varlığı onunla
geçirdiğim tüm eski günleri yad ederek bir gün söküp atmam gerekiyor içimden ve
mademki bu varlık benim yazı yazmama engel teşkil ediyor, onu yazı yazarak,
kurmacamı yaratarak, kafamdakini söze dökerek pekala ortadan kaldırabilirim. Şu
anda yaptığım, yapmış olduğumu hissettiğim şey de bu. Bir yandan bastırmaya
başlayan ve beni de tembelliğin içine almaya pek hevesli uykuma rağmen hala
burada bu satırları yazıyor olmam da imha etme teşebbüslerimin bir parçası
muhtemelen. Çoğu yazardan duyabileceğiniz şeyi yaşıyorum şu an ben de: ilk
birkaç cümleyi yazdıktan sonra devamının anlamadığım bir şekilde bu kadar hızlı
nasıl gelebildiğini bilmiyorum ama geliyor. Kafamızın içinde karman çorman bir
şekilde muhafaza ettiğimiz düşüncelerin, adeta alkollenip ortaya fütursuz ve
hesapsız bir şekilde çıkmasına benzemiyor mu? Yoksa Baudelaire tam da bunu mu
kast ediyordu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder