2.01.2019

Şüphe ve Masumiyet


İlk kez yazan biri ne anlatabilir? Şüphesiz ki ya bir tema belirlemiş, belirmeye çalışmıştır ya da kendisinden önceki anlatıları taklit edecektir, alenî ya da sinsi bir şekilde. Peki ya daha, yıllar sonra bilmem kaçıncı defa yazmaya başlayan biri ne anlatır? O da o noktadaki diğer yazarların devamı, bir başka versiyonu niteliğinde olacaktır. Sonuçta bütün yazın, dört temel öyküden meydana gelmiyor mu? Ah Borges… 

Aklım başka yerdeyken yazmamın olanaksızlığını fark ettim önce. Sonra da başka hiçbir şeyi düşünmeden, beni bekleyen kişi ve olayları arka plana atarak kendimi yazıya kaptırınca ne kadar akıcı olduğumu. Şunu söylememe izin verin: yazmayı, yazarlık ile yüzleşmeyi o kadar uzun müddettir erteliyorum –ve belki de ertelemeye bir süre daha devam edeceğim- ki bu kadar ‘’sonra’’ denilen bir şeyi oturup da nihayet vücuda getireceğim zaman, ortaya bir yazı makinası çıkacak. Bu benim kanaatim. 

Yazmaya zorlanmak denen şeyi duydunuz mu? Sipariş üzerine ya da işim icabı yazdığım yazılarda neredeyse hiç zorlanmam da şahsî olarak ekran karşısına geçip yazmaya yeltendiğimde ortaya bir fakirlik çıkıyor. ‘’Ne yazacağım’’ kaygısı da değil üstelik bu. Yazacağım şeyi bildiğim zamanlarda dahi hemen bir duvarla karşılaşıyorum. Kendi kendime engeller ediniyorum, bu benim yeni bir huyum da değil üstelik. Ve bundan şüphesiz ki vazgeçmem lazım. Ancak bir dakika verin ki size gerçeği anlatayım: kendinden son sürat emin olma halini, rahat yaşamak adına işimize gelmeyen gerçeklere sırt dönmeyi öylesine derin gözlemledim ki insanlarda. Buna, kendimi kandırmamaya yönelik bir tedbir olarak doğdu bu durum. Yani kendimi eleştiriyor, istemsizce olayın farklı yönlerini ve karşı tarafların da durumunu dikkate alıyorum. Ama bunun oranını ayarlayamadığınız, dengeye gelemediğiniz noktalarda yere düşebiliyorsunuz. Bu kendimi kandırmamaya yönelik aşırı tedbir, bir süre sonra boyut değiştirdi ve yersiz olarak da kendimi hırpalamama, sorgu ışıklarını zihnime çevirmeme neden oldu. Bu ki detayların içinde boğulabilen ve bu nedenle hareket edemeyen, etse dahi kafasını kendi kendine aptalca çorba etmiş bir adamın halidir. 

Gerçeğe çok yakınım, demek istemem. Söylemeye çalıştığım; hakikatle arama mesafe koyacak yalan eminliklerden uzak durmak için kurduğum sorgu odası, beni yerli yersiz olarak da sorgulamaya başladı. Adeta Victor Frankenstein'ın yarattığı ve sonrasında ortaya çıkan felaketlerin önünü alamadığı canavarı gibi, ben de kendi canavarımı yarattım kafamın içinde. Adım atmama, hareket etmeme, yazı yazmama engel olabilen bu varlığı onunla geçirdiğim tüm eski günleri yad ederek bir gün söküp atmam gerekiyor içimden ve mademki bu varlık benim yazı yazmama engel teşkil ediyor, onu yazı yazarak, kurmacamı yaratarak, kafamdakini söze dökerek pekala ortadan kaldırabilirim. Şu anda yaptığım, yapmış olduğumu hissettiğim şey de bu. Bir yandan bastırmaya başlayan ve beni de tembelliğin içine almaya pek hevesli uykuma rağmen hala burada bu satırları yazıyor olmam da imha etme teşebbüslerimin bir parçası muhtemelen. Çoğu yazardan duyabileceğiniz şeyi yaşıyorum şu an ben de: ilk birkaç cümleyi yazdıktan sonra devamının anlamadığım bir şekilde bu kadar hızlı nasıl gelebildiğini bilmiyorum ama geliyor. Kafamızın içinde karman çorman bir şekilde muhafaza ettiğimiz düşüncelerin, adeta alkollenip ortaya fütursuz ve hesapsız bir şekilde çıkmasına benzemiyor mu? Yoksa Baudelaire tam da bunu mu kast ediyordu?

Hiç yorum yok: