Günaydın, çünkü saat 8.52'yi gösteriyor. Hiç düşündünüz mü; dünyamızda, tarihe geçmeyen ve kimsenin de peşine düşemeyeceği haksızlıklar yaşanıyor her an. Sokakta, sınıfta, evde... Gözle görülür bir halt yemedikleri sürece adalet mekanizması ile karşı karşıya gelmek zorunda kalmayan insanlar. Mesela? Geçenlerde okula gitmek maksadıyla otobüs beklerken, yine aynı durakta bekleyen bir başka kız -tanımıyorum- oradaki görevliye 'otobüsün geçip geçmediğini' sorunca, görevli patladı: Ya tabi ki geçiyor! Azıcık sabret! Allah'ım yaa!
İleriye gidebilecek, dövebilecek vaziyette söylediği bu cümlelerden sonra, ben ve birkaç kişi daha neden bu kadar patladığına anlam veremedik ve aklıma hemen bir deney yapmak geldi: Birkaç dakika sonra, görevliye aynı soruyu ben sordum. Verdiği cevap çok daha sakin, bir psikolog sakinliği içerisindeydi. Demem o ki kadın, aşağılanmış oldu ve bu çok ani akış içerisinde bunun peşine düşebilecek hiçbir insanî mekanizma orada yer almıyordu, alamaz da...
Yine böyle bir tarih kitaplarına geçmeyen durumdan bahsedeceğim: Dün, sabah saatlerinde sınavım vardı. Her sınav öncesi gibi; fakültenin önünde durup arkadaşlarla biraz daha çalıştık, birbirimize danıştık. Sınav anı geldi çattı ve sınıflara geçtik. Her sınav öncesi olduğu gibi yine, hocaların kopya çekmeye dair tiratları vardı ve ben bir şey diyememenin hazımsızlığı içerisinde, kağıtların dağıtılmasını beklerken, en azından bir eylem gerçekleştirmeliyim düşüncesiyle, hiç değilse hal ve hareketlerimle bu tiradı hiç dinlemediğimi göstermeye çalıştım: ıslık çaldım, uç değiştirdim, sağa sola baktım. Bir şey yapamamayı, söyleyememeyi kendime yediremediğim için hiç değilse bir hareket sergilemeliydim. Ama dürüst olayım sevgili kimsen; bu sadece bir mastürbasyondan ibaret, gerçek bir eylem bile değil...
Hoca başladı:
Sağınıza, solunuza bakarsanız kopya işlemi yaparım. Elleriniz sınav boyunca masanın üzerinde olacak. Benden izin istemeden arkadaşınızın silgisini alırsanız kopya işlemi yaparım. Kağıdınızı yanınızdaki ve arkadakilerden koruyun. Zaten kendi aklınızla yetmiş, seksen alamadıktan sonra ne işe yarar ki? Kopya çekeni gördüğüm anda, kopya işlemi yaparım. Bir yıl uzaklaştırma cezası verilir ve döndüğünde de onu kendi dersimden geçirmem. Sorular gayet açık. Herkes kendi aklıyla anlamaya ve çözmeye çalışsın. Zaten bunu yapamıyorsanız, çok açık konuşayım, bu sıralarda oturmanıza gerek yok, boşa vakit harcamayın...
Ezberci tayfayı komple geçiyorum. Onlar yüksek nottan başka bir şeyle ilgilenmedikleri için, zaten bu söylenenlerin aslında ne kadar ayıp olduğunu ve motivasyonu nasıl olumsuz etkilediğini anlamazlar. Onlar, yani ezberciler, su koyup düğmeye bastığınız anda, kendi üretiminde var olan ''suyu ısıtma ve sonra kaynatma'' evrelerini gerçekleştiren su ısıtıcılarına benzerler. Bir çim biçme aracına da, bir arabaya da... Tüm makinelere benzerler o ezberciler. Önlerine kağıtları koyduğunuz anda, önündeki kapının açılmasıyla hızlıca koşmaya başlayan köpeklere benzerler. İnsanî olanla ve yanlış olanla ilgilenmez, bir an önce kağıdı doldurmaya bakarlar. Belki bugün; birçok kurumda çalışan ve çok basit hatalar yapan insanların da sorunu budur. Kendileri hiç genç olmamış gibi, hiç parasız kalmamışlar gibi, hiç yanlış yapmamışlar gibi gençleri ve gençliği eleştirirler. Ama onların eleştirileri uzaktandır; lüks ya da orta halli bir kafeteryada oturup kahve ya da çaylarını yudumlarken memleket ve yani gençlik hakkında konuşur, ama hiçbir zaman söylediklerinin içine girmeyi düşünmezler. Böylelerini bilirsiniz değil mi? Her yorumları uzaktandır onların. Uzaktan eleştirirler, söylediklerinin içine kendileri bile girmezler... Belki iki bin kuşağına öğretmenlik yapacak olanların da kaderi aynıdır. Ben bir defasında Beylikdüzü'nden metrobüse binmek için turnikeye doğru yol alırken, sırtında kamp çantası olan ama anladığım kadarıyla metrobüse binmek için kartı olmayan bir kıza rastlamıştım. İnsanlar robot misali o turnikeden geçerlerken o öylece duruyordu. Öylece duruyor ve insanlara bakıyordu. Diyecekti, diyemedi bir türlü. Anladım neye ihtiyacı olduğunu:
- Kartımda fazladan bir miktar var, ben basabilirim.
- Çok teşekkür ederim.
- Tatile mi çıkıyorsun? (böyle kimselerle ''siz'' diye konuşmam.)
- Evet; Kadıköy'e geçmem ve oradan da otostopla Çanakkale'ye gitmem gerekiyor.
- Ne güzel. İyi eğlenceler dilerim.
(Ben sigara yakmak için paketi çıkardım.)
- Fazla sigaran var mı?
Uzattım. O kendi yoluna gitti, ben kendi yoluma. Burada kendimi falan anlatmıyorum. Ben bu hikayede çok basit bir aracım. Demek istediğim asıl şeyse; yaklaşık beş dakika orada durduğum ve kimsenin o kızı fark etmeyip yanından geçip gittikleridir.
Konumuza dönelim:
Hocanın bu tiradından sonra, yanımdaki arkadaşa ''tehditle başlayan bir sınav daha...'' dedim. Güldü. Komik bir şey varmış gibi. Anlamadığım ve kafamı kurcalayan şeye geliyorum:
Her şeyden önce, ne olursa olsun, o bir öğretmendir, bir hocadır. Makamına, oraya kadar gelebilmesine, çalışkanlığına saygım büyük, hatta sonsuzdur. Bu açıdan her zaman onları ve ne derlerse desinler, hocalarımızı hep danışılacak, bir şeyler öğrenilecek büyüklerim olarak görüyorum. Ancak; tüm bir dönem boyunca, hatta tüm bir yıl boyunca ezbere hizmet eden bir ders anlayışından sonra, neden eleştirilecek tek şeyin öğrencinin kopya çekmesi olduğunu anlamıyorum. Her sınavdan önce böyle uzun konuşmaların bizim moralimizi ne derece etkilediğini düşünmemelerini anlamıyorum. Gücün rahatlığına kapılıp öğrenciye istedikleri gibi davranabilmelerini anlamıyorum. Kopya meselesini, uzaklaştırma cezalarını gündeme getirerek ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, daha güzel bir şekilde bunu denememelerini anlamıyorum. Neden her seferinde büyük harflerle konuştuklarını, neden arkadaşımız olmadıklarını, neden dillerine kopya işlemi gibi lafları doladıklarını, neden yoruma açık sorularda bile kendi, yalnızca kendi cevaplarını istediklerini, bunun dışında çok iyi bir cevap veren olsa bile o yanıtı kabul etmediklerini, neden bir robot gibi ellerimizin masanın üzerinde olması gerektiğini, aynı hassasiyeti neden derslerde de göstermediklerini, madem sınavda telefonla uğraşmak kurallara aykırı, o halde tüm bir dönem boyunca bizi sınava doğru götüren derslerde de aynı kuralı neden gündeme getirmediklerini anlamıyorum. Sınav kağıdındaki bir sorunun biraz kapalı bir anlatıma sahip olması nedeniyle soruyu anlamadığımızda ve bunu hocaya dile getirdiğimizde neden dalga geçtiğini ya da neden açık ve kısa bir şekilde bize bir yanıt vermediğini anlamıyorum. Neden diğer öğrencilerin bu yaklaşımla ilgili bir fikri olmadığını da anlamıyorum. Aslında bunu anlıyorum: Sosyal medyayla, gösterişle, hava civayla çok uğraşmaları, onların önceliklerini değiştiriyor. Ben artık düzenlediğim şiir gecelerine şöyle bir kural getireceğim: istenilen her şeyi yapabilirsiniz ama telefonları kullanmak tehlikeli ve yasaktır.
Twitter şirketinin binası: "Yangın esnasında yangın
hakkında tweet atmak yerine binayı terk ediniz.."
İlk dönem Batı Edebiyatı dersini aldığımız ve çok ama çok sevdiğim bir hocam vardı. Nedense yeni edebiyatçılar hep daha eğlenceli oluyorlar. 31 Aralık 2015 akşamı Öğrenci Bilgi Sistemi'ndeki hesaplarımıza bir Nâzım şiiri göndermişti. Ben de buna karşılık Jacques Prevert'ten bir şiir göndermiştim. Don Kişot ve Don Kişot'luktan konuştuğumuz dersin birinde şöyle demişti:
Gençlikte çok heyecanlı oluyor insan. Hayalleri ve idealleri oluyor. Ama hayallerinizi satın alacaklar arkadaşlar.
Ben de bu cümle üzerine düşünüp durmuştum. Hayallerimizi gerçekleştirememek onları satın aldıkları anlamına mı gelir? Hayır, belki ideallerimin hepsini gerçekleştiremem. Belki birçoğunu başarırım. Bunun için önce çalışkan, akıllı ve soğukkanlı olmam gerekir. Ama her ne olursa olsun, başarılı ya da başarısız bir hayalperestlik de olsa, o gün içimden geçen ama söyleyemediğim cümle ile hepinize iyi zamanlar diliyorum:
Benim hayallerim satılık değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder