Dünya bir festivale, bir karnavala politika ile değil sanatla dönebilir.
Yıl iki bin on beşin mart ayını gösterdiğinde, henüz hala Artvin'de okuyordum: Şiirlerin altına döşenen doğa manzarası fotoğraflarının hepsi ve daha fazlasını Karadeniz'in tabiatında rahatlıkla görebilir, yalnızca ev ihtiyaçları için alış-veriş yaptığınızda bile sokaklarda o muhteşem uyumu, doğanın kendisini görebilirsiniz. Ona karşı çıktığınızda hırçınlaşan Hopa sahili, Karadeniz'in balkonu diyebileceğimiz Rize Kalesi, ne zaman doğanın içinde bir tatil tasarlasanız sizi her zaman dört gözle bekleyecek olan Artvin'in Borçka Karagöl'ü ile, şehir insanı olan ben dahi bu coğrafyada yaşamaktan büyük memnuniyet duydum. Lakin tabiatı bu kadar sevip de tabiat gibi olamadığımız ve ''kendiliğinden''i bırakıp, insanlarla aramıza yapay kavramlar soktuğumuz bir gerçek. ''Sen şusun, ben buyum'' dili dünyayı saran bir hastalık olmasına rağmen, onu münferit durumlar dışında yalnızca metropollerde görüyor ve okuyoruz. Oysa benim tanık olduğum şeyler hiç de büyük bir şehrin hudutlarında gerçekleşmedi. Bana bunu yazdıran şey, yazımın başında belirttiğim tarihlerde Artvin'de gördüklerim: Herkes gayet iyi biliyor ki, özellikle üniversitelere, kendi fikrini ve bağlı bulunduğu topluluğu yaymak amacıyla kimi öğrenciler giderler. Onların, okulla çoğu zaman pek bir ilgisi olmayıp, okul sınırları içerisinde bir hakimiyet kurma çabaları ve bu çaba doğrultusunda gerçekleştirdikleri çalışmaları vardır. Sonra -bu her türlü bakış açısına söylenmektedir- ne hikmetse 'eğitimin yerlerde olduğu' eleştirisi de aynı anlayışın dilinden çıkar. Size bu yazımda, rutini hiçbir zaman kapsamayan ve yalnızca ''an''a dahil olan bir gözlemimden bahsedeceğim:
Artvin'de okuduğum o bir yıl pek çok açıdan oldukça verimli geçmişti: Oynadığımız ve şehir dışlarına dahi sergilemeye gittiğimiz tiyatro oyunlarından tutun da, ''Dünya Emekçi Kadınlar Günü'' ya da ''Kütüphane Haftası'' gibi önemli yıl dönümlerinde gerçekleştirdiğimiz sahne performanslarına kadar. Büyük şehirlerin aksine, bir gösteri sergilemekle ilgilenen insanlar az olduğu için çoğu zaman aklımıza gelen her şeyi yapabiliyor, kendimizi deneyebiliyorduk: Küçük şehri bu şekilde avantaja çevirmiştim. Yine böyle bir etkinlik planı ve pratiği içerisinde, arkadaşlarımızdan biri ''Yeşilçam'' temalı bir etkinlik düzenlemek istedi: O devrin oyuncularını yine o devrin şarkıları ve sembolleriyle anacağımız bu etkinlik için hepimiz kollarımızı sıvadık. Sesi güzel olduğuna kanaat getirilenler şarkı söyleyecek, daha coşku dolu olanlar sunuculuk ya da irili ufaklı şakalarla eğlenceyi getirecek, tüm bunlardan çekinen arkadaşlar sahneye malzeme ve kostümleri taşıyacak ve diğerleri de ''yardıma ihtiyaç olursa ben de katılmak isterim'' gönüllülüğü ile bu gecede yer alacaktı. Bütün düzenlemeler, en ufak bir aksilik dahi olmadan hayata geçirildi; seyirci şarkıların ruhuna göre halden hale girerken, birazdan sıra kendisine gelecek olan arkadaşlar kuliste heyecanlı bekleyişler içerisindeydiler.
Bütün bu ''festival'' havası artık sonlarına geliyordu, gelmişti de! Etkinliğimiz miadını doldurmuş ve sıra teşekkürlere gelmişti. Konuşma yapacak olanların başında, az evvel yaptığım ...üniversitelere, kendi fikrini ve bağlı bulunduğu topluluğu yaymak amacıyla kimi öğrenciler gider tarifine dahil olan bir arkadaş geliyordu, zira provalarda o da vardı ve kimi malzeme ihtiyaçlarını o gidermişti. Yapacağı konuşma sırasında yanında bir başka arkadaş daha vardı; ikisinin yan yana durması bana ateş ile barutu hatırlatmaktaydı. Çünkü birbirleri ile anlaşamazlardı ve geçmişte de türlü münakaşaları olmuştu.
Ancaaak...
Her gün yapılan provaların kaymağını, sahnede bol alkış ve bol teşekkür ve bol tebessüm ile alınca herkesin öğreti ve disiplininin ne de çabuk yok olabileceğini, aslında bu insanların birbirlerini nasıl da kardeşçe selamlayabileceğini, tüm o tatsızlıkların ne de saniyeler içinde çöpe atılabildiğini gördüm. Birbirlerine selam vermeyen, birbirlerini gördüklerinde yüzlerini başka yöne çeviren bu iki insan, o gece nasıl oldu da güzel bir teşekkürün ardından birbirleri ile kol kola girip ''Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsaaa...'' şarkısını söylediler? Hem de tek mikrofona? Yani seslerinin salona yeterince gidebilmesi için ihtiyaç duydukları aygıtı paylaşarak? Bunu gözlemledim: O kadar çabuk oldu ki her şey. Muhtemeldir; o anlardan hemen sonra tekrar eski hallerine dönüp ''bağlı oldukları düşünce ve topluluğa ihanet etmeme cesareti'' korkaklığını zihinlerine çakmışlardır. Ama o ''an'' ne oldu ey kimsen? Bütün o öğretileri ortadan kaldıran, aslında bir şeyleri kurtarmak üzere okunan, öğrenilen o kavramların hepsinin bir anda önemsizleştiği, geriye sadece insanın kendisinin kaldığı gerçeklik neydi? Ve ne sağladı bunu?
Dünya, sevgili kimsen; bir festivale, bir karnavala politika ile değil sanatla dönebilir. 1960'larda blues müzik ile başlayan ve kendini sürekli olarak geliştiren rock müzik ve onun temsilcilerinin çok iyi bildikleri bir şey vardı: İnsanları bir araya getirebiliyor, tek bir sözleriyle herkesi harekete geçirebiliyorlardı. İşte sanatla harekete geçen, sanatla tek bir çatı altında toplanan insanların bildikleri ve hissettikleri bir şey vardır. Hadi gelin, size onu da açıklıyorum:
Politikanın ince ve riyakar duvarı, sizi anında kapı dışarı edebilir ve siz bağlı bulunduğunuz topluluğun getirdiği anlayışa karşı bireysel yorumlarınızı asla dile getiremezsiniz. Ve siz bunu sorgulamadıkça bu sinmişlik hali benliğinize öyle sokulur ki, artık bunu savunur hale gelirsiniz. Kemal Tahir okuduğum zaman bana tuhaf bakan solcu çocuklardan bıktığım gibi, çok sıkı bir Nâzım sevdalısı ve okuyucusu olmamla bir başka grubun tuhaf bakışlarına ''nail olmak''tan da bezdim. Ama sanatın hiçbir disiplini sizi bu çirkin ve insanı -en azından beni- kendisinden tiksindiren bakış açısıyla karşılamaz.