(Andrew Smith)1
Çeviri: Didem
Gamze Dinç
Düzelti: Tarık Dinç
Hayatım boyunca dinlemiş olduğum en iyi dersi hâla hatırlarım.
Üniversitedeki ilk dönemimde İngilizce ve felsefe bölümlerinin ortaklaşa
verdiği dizinin bir parçasıydı. Konunun Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’i olduğu
düşünüldüğünde, bunun o gece Hristiyan alemindeki en sıkıcı etkinlik olması
beklenir. Ama değildi. Dersi veren Thomas Baldwin’in şaşırtıcı biçimde yalın
bir üslubu vardı. Bize bakarak tahtaya bir cümle yazıyor ve bir an ruh çağıran
medyum gibi o cümleye bakıyordu. Sonra dönüp gülümsüyor ve açıklamaya
başlıyordu.
Baldwin derslikte dolaşıyordu ama yavaşça. İkinci nefes kesici cümleye
kadar olan yolunu bir şekilde bulmadan önce zaman zaman tamamen duruyor, yitip
gitmiş gibi görünüyor, bir anda bütün dünyanın mantığı mevzubahis gibi
gözüküyordu. Bir keresinde eli alnında o kadar uzun süre bekledi ki az kalsın
doktor çağırıyorduk. Öylesine odaklanıyordu, öylesine vardı ki neredeyse
zihninin hareketini ve onun aracılığıyla kendinizinkini hissedebiliyordunuz. Bir
saatlik bir söylevde daha az sözcük hiç söylenmiş midir bilmiyorum ve buna
rağmen sonrasında heyecanlı heyecanlı konuşup bara doğru yol alırdık. Bugüne
değin ne zaman keyfim kaçsa Baldwin’in ıstıraptan bulantıya mantıksal geçiş
açıklamasını hatırlarım ve kendimi her daim daha iyi hissederim.
Geçenlerde Radyo 4’te İngiliz üniversitelerindeki ders verme
standartlarıyla ilgili bir tartışma programını dinlerken Baldwin’in konuşması
aklıma geldi. Üniversitede okuyan iki çocuğum var ve dinledikleri dersleri
faydasız görüyorlar. Bu yüzden eğitim bakanı Jo Johnson’ın söz konusu alandaki
kalitenin ‘’oldukça değişken’’ olduğuna dair kanısı bana pek şaşırtıcı gelmedi.
Dahası halka açık günlerdeki demolarda da normalde hoşuma gitmesi gereken
şeylerde ölesiye sıkıldım ve aynı deneyimi yaşadım. Dolayısıyla kızım bana bu
durumu bozan bir istisnadan bahsedince ilk sorum şu oldu:
‘’Dersi anlatan kişi PowerPoint kullandı mı?’’
‘’Hayır, sadece konuştu.’’
PowerPoint kullanımı o kadar yaygın ki Lotte aradaki bağlantıyı
anlamamıştı. Oysa dinlediğim dersler Microsoft’un müthiş başarılı ‘’sunum’’
programının, derin düşüncenin sadece düşmanı değil, aynı zamanda onu yok edici
bir şey olduğuna ve en hevesli dinleyiciyi bile uyutmak için bilimsel olarak
tasarlanmış olabileceğine dair içimde şüpheye yer bırakmamıştı. Bunun neden
böyle olduğunu araştırdıkça uyuşturucu etkisini her yerde görmeye başladım.
Bir anlığına öğretim etkinliğini düşünelim. PP (PowerPoint) savunucuları
PP’nin heyecanlı konuşmacıları cesaretlendirdiğini ve herkese bilgiyi sıralı
bir şekilde sunduğunu iddia ederler. Bir bakıma her iki önerme de doğrudur.
Ancak bunun bedeli, konuşmacının dinleyicileri tamamen tahakküm altına
almasıdır. Tahtada yazılar arasındaki boşluklar olasılıklarla canlı kalırken,
PP ekranında aynı boşluklar ölüdür. Madde işaretleri, her zaman hak edilerek
kazanılmamış sıkı bir hiyerarşik otoriteyi (dinleyiciye) dayatır. Kişi bunu ya
tamamen kabul eder, ya da etmez. Herhangi bir hatalı mantık belirlendiğindeyse
ekranda yeni bir görüntü çoktan yerini almıştır ve konuşmacı gönül rahatlığıyla
yeni bir bilgiye yelken açmaktadır. Herkes ekrana odaklandığından hiç kimse –en
azından konuşmacı bile– argümanın gücünü test edecek bir biçimde onu içselleştirmemektedir.
Yani sonuç canı sıkılmış birkaç öğrenciden mi ibaret? Bu ne kadar ciddiye
alınması gereken bir durum? Eğer sorun bu noktada bitseydi, bu sorunun cevabı
‘’hayır’’ olurdu. Ama öyle değil. PowerPoint’in çıkış noktasına bir göz atmak
bu durumu açıklamaya yardımcı olabilir.
Çıkış öyküsü şöyledir: 1950’lerin sonundan itibaren şirketler, yeni ürünler
geliştirme zahmetine katlanmaktansa bir ihtiyaç yaratmanın daha önemli
olduğunun, pazarlamacıları ihtiyaç algısı yaratmada kullanabileceklerinin ve
sonra bu ihtiyacı giderecek ürünler geliştirebileceklerinin farkına varmaya
başlarlar (bu geçiş Mad Men adlı TV dizisinde gayet başarılı bir biçimde
dramatize edilir). Bunu yapmak için farklı departmanların, fikirleri içeriden
satmak amacıyla birbirleriyle konuşabilmeleri gerekmektedir. Bu yüzden eskiden
sürekli toplantılar yapılmaya başlanmıştır. Ve işte buyurun modern dünyanın
doğuşuna!
PowerPoint’in sunum öncüsü tepegözdür; bu yüzden PP ekranlarına bugün hala
‘’slayt’’ denir. Söz konusu program, çevrimiçi kriptografinin zaman
lordlarından biri olan Whitfield Diffie’ye çok şey borçludur ancak Microsoft
tarafından hemen kapılmıştır. Programın kodlama/ pazarlama kökleri onun
bilişsel üslubuna, durmaksızın doğrusal oluşuna ve kısa, olumlu, jargonsal
ifadeleri –grinin tonlarınca sakince çözüme kavuşan argümanları– teşvik
etmesine özgüdür.
Harward Business Review’in gözlemlediği gibi ‘’madde işaretlerinin
eleştirel ilişkileri belirsiz bıraktığının’’ farkına varıyor muyuz? Hayır,
çünkü çoğu projeksiyon aletinin görece düşük çözünürlüğü yüzünden yazı
karakterleri, sözcük sayısı az olmak zorundadır ve bu yüzden de slayt sayısı
fazladır. Böylesi bir geçit töreninin karşısında kendimizi kapatırız çünkü
bizden hiçbir şey istenmez. PP’ye şüpheyle yaklaşan akademik görsel sunum
uzmanı Edward Tufte’ye göre: ‘’PP eften püften sunumların yapılmasını etkin bir
biçimde kolaylaştırır.’’ PowerPoint aracılığıyla her şeyin bir tartışmadan
ziyade maddeleşme eğilimi vardır: bilgi, tıpkı bir sinema filmiymiş gibi ‘’film
şeridi haline getirilir.’’ Oysa sunum bir sinema filmi değildir, sunum yapansa
elbet bir Brad Pitt değildir. Bu yüzden insanların sıkılmasına şaşmamak gerek.
Ve sıkıntı bunun yalnızca küçük bir parçasıdır. En ünlü iki PowerPoint
sunumunun şunlar olması bir tesadüf değildir:
a)
Mühendislerin NASA yöneticilerine uzay aracı Columbia’nın
üstündeki hasarlı levhaların korkulacak bir şey olmadığını tartışmasız bir
mantıksızlıkla açıklayarak yaptıkları sunum,
b)
General Colin Powell’ın bir o kadar ne idüğü belirsiz,
Irak’a savaş açmanın gerekliliğini anlattığı sunumu.
Şu halde Irak’a olanlar için PowerPoint’i suçlamak, Donald Trump’ın varlığı
için Darwin’i suçlamaya benzer ancak söz konusu program konunun ayrıntılı
incelenmesini daha da zorlaştırmıştır. ABD askerî birliklerine bağlı tuğgeneral
McMaster, PP sunumun askerîyede yaygınlaşmasını sonradan şunları söyleyerek
boşuna bir ‘’iç tehdit’’e benzetmemiştir: ‘’Anladığını sanma ilüzyonu ve
kontrol etme ilüzyonu yarattığı için tehlikelidir. Kimi sorunlar maddeler
halinde sıralanamaz.’’
Belki daha da kötüsü 21. Yüzyıl bağlamında Fransız yazar Franck Frommer’ın PowerPoint
Sizi Nasıl Aptallaştırır? (How PowerPoint Makes You Stupid) adlı
kitabında yönelttiği suçlamadır. PP önerme ve argümanları sadece denklemler halinde
sunabildiğinden sanki bu önerme ve argümanların bir sahibi yok gibidir; bunlardan
kimsenin kendini sorumlu hissetmesine gerek yoktur der. Bankacılık krizi
sonrası dünyada bunun ne kadar tehlikeli ve aynı zamanda bir o kadar da baştan
çıkarıcı olduğunu biliyoruz. Kimi uyanık iş dünyası liderleri bugün PP
kullanımını sadece resimlerle sınırlandırarak Steve Jobs’un örneğini ve
Tufte’nin öğüdünü takip ediyor.
Bugün gazetecilik alanında profesör olan, oldukça zeki ve teknoloji
meraklısı, bu konuda epey kafa yormuş eski bir meslektaşımla konuştum.
Akademisyenlerine, ders vermenin bir tür gösteri biçimi olduğunu ve böyle ele
alınması gerektiğini hatırlatıyor. Üniversiteler üzerindeki kazanç sağlamaya,
şirket gibi davranmaya yönelik yeni baskının iletişimcilerden araştırmacılara
değin herkes üzerinde belirleyici olduğunu söylüyor.
Arkadaşım bana dersliklerinden
PowerPoint’i kaldırdıklarında öğrencilerinin onu geri istediklerini söyledi,
çünkü PowerPoint olmadığı zaman ders notlarını kendileri düzenlemek zorunda
kalıyorlardı. Yaşadığımız dünyada bana göre en büyük düşmanımız ne insansız
hava araçları, ne IŞİD, ne de iklim değişikliği. En büyük düşmanımız hayatı
kolaylaştıran şeyler olacak.
_____________________________________________________________________________
1Bu yazı, çeviri de dahil olmak üzere Eleştirel
Pedagoji dergisinin Kasım-Aralık 2015 sayısından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder