Ölüm korkusu, küçük
hayatlarımızın içindeki büyük ama niteliksiz –bir arabaya sahip olmak gibi-
hayallerimiz, bir bireye, mahalleye, topluma muktedir olma çabaları… Hepsi bizi
yalnızca daha kötü bir şeye doğru götürüyor: Sürekli bir mutsuzluk, sürekli bir
çıkarcılık, sürekli bir bencillik. Temellerini bu korku ve amaçlar üzerine
kurmuş milyonlarca gövde ve ilk başta da politikacılar. Eskiye, somut olarak
yaşamadığım devirlere özlem duymam yanıltıcı olabilir. Ama ben aslında bir
devre değil, bir mekâna özlem duyuyorum. O mekânın sembolleri de en çok
yirminci yüzyılda ortaya çıkıyor.
Konumuza dönelim: Tanrı, ölüm,
kariyer korkusuyla beraber, insanın insana sırtını dönmesi. Daha güzel bir anın
tanıkları olacağımız yerde, yüreğimizden gelen sesi dinleyeceğimiz yerde,
suçlanacağız korkusuyla yarattığımız kişilikler. Ve bu korkuyla, bizden farklı
olanın unutulduğu bir yer dünya.
Tabiatın estetize edilmeye gereği
yok. Duygusal fon müziklerle desteklenen tabiat görüntüleri beni hiç
etkilemiyor. Çünkü benim doğadan anladığım şeyin fon müziklerle desteklenmeye
ihtiyacı yok. Kendi iç müziği, bana yeterince fikir veriyor. Gelgelelim, bütün bu evrenin en
bildiğimiz hikâyecisi olan insan, bütün bu kavramları, gelenekleri, savaşları,
barışları, ölümleri ve hayatları ortaya atan insan olmazsa, bu geleneklerin,
kültürün, sanatın, bilimin bir anlamı olur muydu? Daha da ötesi; tüm bu
kavramlar, değişim ve dönüşümler gerçekleşir miydi?
Düşünsenize bir; insanın,
savaşmak için dahi bir insana ihtiyacı var. Barışmak için, seyahat etmek için,
yemek yemek, sevmek, öfkelenmek için bile aynı iskelete sahip olan bir diğer
canlıya ihtiyacı var. Tarihini, kültürünü yaşamak, bir başka kültüre geçmek,
para kazanmak, sanat ve bilim yapmak için dahi bir başka gövdeye muhtaçtır
insan. Savaşmak için bile birbirine muhtaç olacak kadar birbiri ile iç içe olan
bu canlı, öyleyse neden savaşır?
Bir sinema televizyon öğrencisi,
popülist filmlerden bıkmış, kendi sanatını icra etmek istiyorsa, ihtiyaç
duyacağı ilk şey nedir? Bilgiden, teknik ekipmandan bile önce?
Çocukları için evde yemek yapan
bir ebeveynin, çorbanın tarifinden ve çorba alacak paradan ve bir evde
yaşayabileceği bir ekonomiden bile önce ihtiyacı olduğu şey endir?
Dini bütün bir insan, kendi din
ve kültürü hakkında birileriyle hasbahal etmek, söyleşmek isterse her şeyden
önce ona lazım olan nedir? İbadethaneye gitmek, dininin kutsal kitabını okumak
için okuma yazmadan da önce neye ihtiyaç duyar?
İnsan, insan vee insan…
Haritalara bakar, gidecek yer ararız kendimize
Çadır alır kamp kuracak yer ararız
Erik ağacına çıkıp erik toplarız bir yaz gününde
Bayram sabahı namaza gider ve dindaşlarımızla selamlaşırız…
İnsan bunu bir başına yapabilir miydi?
İnsan, insan olmasa haritadan bahsedebilir miydi?
Bence eğer bir tanrı varsa, o da
insandır. İnsanın özü, mayası, hamurudur. O olmadan ne gelenekler yaşanabilir,
ne tabiatın farkına varabilir, ne de bir mevsimin kendine has güzelliklerini
tadabiliriz. Birbirinden düşman edilmiş –düşman olan değil- iki kişinin dahi
birbirlerine dolaylı yoldan mutlaka ama mutlaka katkısı vardır. Realizm,
romantizm, natüralizm… Dadaizm, sosyalizm, empresyonizm… İzm, izm, izm… İnsan
bu salonu –dünyayı- doldurmamış olsa tüm bunların bir anlamı, hatta tüm bunlar
olur muydu?
Öyleyse –mutlaka insanın da
sıçmak, hormonlar gibi bu yazının duygusallığına pek de paralel olmayan huyları
vardır ama- tüm bu kavramları tek başımıza yaşayamıyorsak, bir sineğin bizi
ısırdığını bilmek için dahi bir başka insanın bunu keşfetmesine ihtiyacımız
olduğunu göz önünde bulundurursak, ben ‘’ne o, ne bu, ne de şu’’ diyorum. Ben ‘’insan’’
diyorum. Terliğinden fularına, eşarbından şalvarına, sigarasından zikrine kadar
insan.
Ölüm korkusu, kariyer hedefleri,
politikanın kendi leyine kullandığı şeyler… Tüm bunlardan daha çok kaygı
duymamız gereken bir şey var: İnsanın insanın ‘’insan’’ olduğunu unutması. ‘’Merhaba’’dan
‘’Selamû Aleyküm’’e, ‘’Good Morning’’den ‘’Bonjour’’a kadar… Tüm bunları
uzaylılar yaratmadı. Tüm bunları biz yarattık. Öyleyse yaşlı bir dervişin de
dediği gibi; Ölenlere üzülme evlat.
Yaşayanlara üzül. En çok da sevgisiz yaşayanlara…
Ve derler ki; Kavramlar ve hedefler bizi ayırır. Yollar ise birleştirir.