İlkbahar bir bayram, bir uyanış, bir
mucize, bir çılgınlık, olamayacak gibi duran bir şeyin oluşu, ilkbahar şu,
ilkbahar bu… Kuş, papatya, gelincik, çayır, çimen, ağaç, çiçek,
mimoza, zakkum, su sesi, hindiba, çingene, kuzu… Klasik ilkbaharların
içinde hepsi, hatta sülüğün bile yeri vardır. Unuttuklarım da çoktur a, en
mühimi nisan, mayıs güneşi.
Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler
içinde ilkbaharı biraz üzüntü ile duymamasına imkân yoktur. Eski
çılgınlıklar nerede? Nerede o, birden bire bir genç kız elinden, bir genç
kız rüzgarından sararma, o yürek çarpıntısı? Şu ömrü mevsimlere benzetenler
iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilkbaharı,
bir yazı, güzü, kışı oluyor işte.
İnsanın ilkbaharı, öteki hayvanlara bakarsak geç başlıyor. Bir at bir
yaşında, hadi hadi iki yaşında ilkbaharındadır. Bir kuzu altı ayda koç
olur. Ama insanoğlu ilkbaharını yirmisinden önce pek idrak edemez. Yirmiden
evvel idrak edilen ilkbahar, bir yalancı ilkbahardır. Ben böyle bir yalan
ilkbaharın hikâyesini yazıyorum.
Tam otuz sene evvel on iki yaşında idim.
Anadolu’nun bir şehrinde bulunuyorduk. Babam memurdu. Şehre
bir yaz sonunda gelmiştik. Kötü, insan boyu karlı bir kış geçirmiştik.
Sonra bir gün bahar geliverdi. Karlar eridi. Karlar eridi ama,
karları eriten güneş değildi, yağmurdu. Bu Anadolu şehrinin ilkbaharı
kırkikindi yağmurlarıyla başlardı. Sabahleyin parlak mavi
bir gökyüzünde, ısıtmayan, güneş vurmuş kar gibi soğuk bir kış güneşi
görünürdü. Saat daha on biri bulmadan doğudan mı, batıdan mı, kuzeyden mi
bilmem, bir kara bulut peyda olur, on dakika sonra bardaktan boşanırcasına
bir yağmur bütün gün tıkır tıkır, şakır şakır durmadan yağardı. Odamın
penceresinden “Karaçayır” dedikleri bir koyu yeşil ova görünürdü. Göğün
her rengini deniz gibi emen bu çayırın renk oyunları da olmasa evden bir
deli çığlığı ile fırlamak işten değildi.
Bütün kış hastalıktan başım kalkmamıştı.
Sokağa çıksam başım dönerdi. Bu garip, yağmurlu, kara bulutlu, dörtte üçü
kapanık havanın içinde öyle insanı alıp avucunda sıkan bir de ilkbahar,
toprak, insan, çayır, ağıl kokusu vardı ki içimden hep bağırmak, ağlamak,
sonra kaskatı katılıp kalmak geçerdi.
Bir sabah gözlerim tavanda, daha henüz hava
kararmamış, şıkır şıkır dışarısı. Yer yatağımda yağmurun ne zaman
başlayacağını düşünüyordum. Birdenbire odanın içinden parlak bir kuş
geçti. Yatağımın üstüne oturdum. Kuş bir daha geçti. Sonra sağdaki duvarda
bembeyaz bir şerit oynadı, kayboldu. Gözlerimi ovaladım. Açtığım zaman,
duvarda bir parlak daire titreye titreye, sanki yerine yerleşmeye çalışıyordu.
Bu, bir aynanın duvara vurmuş ışığından başka bir şey değildi.
Yataktan fırlayıp pencereye dikildim. Bizim
evin yüksekteki bahçesi alttaki evin bahçesine bakardı. Odama ayna
muhakkak oradan tutuluyordu. Pembe şeftali çiçeklerinin arasına bir hasıra
oturmuştu. Arkasına bir sandalye koymuştu. On altı, on yedi yaşlarında bir
kızdı. Pencerede kalakaldım. Elindeki aynanın ışığı gözüme değdikçe, ellerimi
yüzüme kapamıyor, gözlerimi kırpmadan dimdik bakıyordum.
Ertesi gün, benim de elimde bir ayna vardı.
O ince ince gülerek gözlerini aynamın aksinden kaçırmaya çalışıyordu. Bu
oyun, hiçbir zaman yarım saatten fazla sürmez, o, bahçeden evine saçlarında
yağmur damlaları dökülerek girer, ben yine yatağıma dönerdim. Ertesi
gün yine güzel bir sabah başlar, yine önce onun aynası odamın duvarında
koşar, sonra yine yerleşmek ister gibi titreye titreye duvara asılır kalırdı.
Yine ben gözlerimi kırpmadan onun ayna ışığına, o gözlerini güzel
elleriyle siper ederek benim ayna ışığıma bakardık. Sonra yine kırkikindi
yağmurları başlardı.
Başka hiçbir şeyle ilgim olmadığı için, bir
sabah evimizin önünde bir yaylı araba durunca şaşırmadım. Yalnız ben ayna
oyununda iken annem tarafından yakalandım.
Annem garip garip bahçeye, kıza,
ayna ışığına, elimdeki aynaya baktı. Bana:
- Haydi, giyin! dedi.
Arabaya atladık. İki parça eşyamız
arkaya bağlanmıştı. Babam başka bir yere tayin edilmişti. Yola çıktık. Bir
ormanın içinden geçerken bulutların arasından bir güneş ormanın yeni
yeşermeye başlayan ağaçlarında bir göründü, kayboldu. İçimden bir daha
göremeyeceğim ayna ışığı geçti. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Babam:
- Nesi var bunun? dedi.
Ben, annemin çarşaflarına kafamı gömdüm.
Annem eliyle, yüzüyle ne biçim işaret etti babama bilmiyorum ama hiç ses
çıkarmadılar. Bütün hıncımla, kimsenin bana sus demeye cesaret
edemeyeceğini sezerek istediğim gibi ağladım.
Şimdi ilkbaharda odamın penceresine bir
yerden kazara bir ışık vursa o gün ilkbahar her insana yaptığı gibi
bana da üzüntü ile dolu bir yumuşaklık, bir yerinde duramayış, bir yürek
çırpıntısı verir. O zamandan bu zamana tam otuz sene geçti. Kimsenin
yüzüne ayna tutmadım. Ama kazara bir ışık, bir ilkbaharda odamdan parlak
bir kırlangıç gibi geçiverirse o gün ne ettiğimi bilmem.
Sait Faik ABASIYANIK / Mahalle
Kahvesi-Havada Bulut